Elias Sanbar
Nerdeyse yedi ayı geçen bir zamandır süren; İslami bir hareket olan Hamas (İslami Mukavemet Hareketi) ile saflık anlamında Yahudi kimliğini öne çıkaran bir devlet adamı olan Netanyahu (Nasyonal-Yahudilik-muhafazakarlık-dindarlık) idaresindeki İsrail ordusu arasındaki savaşı anlayabilmek için, ilk önce geriye doğru bakmak gerekecek sanırım.
Şiddetli savaşın arka planına bakmak, sanırım bugünü anlamak açısından önemli durmaktadır. Yoksa güncel güdülerin içinde kalmak zorundayız ve bu felsefi açıdan bakıldığında bir “felaket” olarak durmakta. Öyleyse ilk olarak: “Ne oldu da bugünkü duruma geldik?” sorusunu soralım. Bu şekilde, “ateşkes istenci” sorusunun aciliyetine dönebiliriz.
İkinci olarak: 1948’de savaşla kurulan İsrail devletinin ulus-devlet olarak çok dinli yapısının var olduğuna bakmalı, Filistinlilerin “Nakba” (Filistinlilerin sürülmesi) olarak adlandırdıkları olayla birlikte, İsrail devletini tanımamaya doğru mukavemet mücadelesi başlatmalarını hatırlamalıyız.
Ve aynı yıllarda başka Asya topraklarında ayrı ayrı yeni ulus-devletlerin kurulduğunu görmek gerekecek. İsrail kurulan tek devlet olmaktan uzaktır. Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Endonezya birer yeni ulus-devlet olarak kurulmuşlardır. Nasıl 1990 sonrasında Yugoslavya’nın veya SSCB’nin parçalanmasından sonra yeni ulus-devletler kurulmuştur, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni ulus-devletler ortaya çıkmıştır.
Üçüncü olarak ise: Yakın zamanlarda gittikçe hızlanan bir şekilde, İsrail Devleti’ndeki iç mücadeleye bakmak gerekecek. Demokrasi ve sekülerlik yanlısı olanlar ile Yahudi olarak kendi kimliklerini dini inançlarla öne sürerek tanımlayanlar arasında İsrail Devleti için bir mücadele vardır. Bu ikili bir mücadele ortamı bugün belirgin bir formda ortaya çıkmaktadır. Basına az yansıyan haliyle, Filistin’deki olayların arkasında, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasındaki seküler kimlikler ile dini kimlikleri öne süren Hamas arasındaki ikili mücadeleden de söz etmek gerekecek.
Kolonilerdeki İsraillilerin basınında Morti Kapel’in 2005 yılında Nekouda (Nokta) dergisinde öne sürdüğü ideolojiye göre, artık seküler İsrailliler ile Yahudi İsrailliler arasındaki mücadele ön plana çıkmış bulunmaktadır. Kapel’in ikili olarak ifade ettiği şekliyle, İsrailliler ile Yahudiler arasındaki mücadeleye değinmektedir. Dini olmayan seküler İsrailliler ile ittifakı terk etmek zamanın geldiğini ileri sürmektedir. Burada sadece İsrail seküler devletini başka bir forma çevirmekten değil, aynı zamanda İsrail Devleti içinde demokrasi yanlılarıyla ve sol ile ittifakları da bertaraf etmekten bahsedilmektedir. (2017 yılında, 1952’den beri var olan yasa değiştirilerek İsrail’i boykot edenlerin İsrail’e girişi yasaklanmıştır ve Avrupa’dan finans kaynakları bulan, “barış yanlısı” olan liberal sivil toplum kuruluşlarının birer “Truva Atı” olarak kabul edilmesi ve imanın ön plana çekilmesi: “İmanla Devrim” sloganıdır. Demokratik tüm STK’ların terörle ilişkilendirilmesinin vurgulanmasıyla finans kaynaklarını göstermeyenlerin para cezasına çarptırılması.)
Uzun zamandan beri tanışık olduğum, bugün UNESCO’nun Paris’teki bürolarında yer alan Filistin Devleti’nin Büyük Elçisi, Mahmut Derviş’i Fransızcaya çeviren, 1988’den beri Filistin Milli Konsey’inde yer almış olan Elias Sanbar’a bakarak, onun argümanlarından yola çıkıp aciliyet sorusuna gelebiliriz: 1945 sonrası bir tarih, Filistin adında bir coğrafya, başta Abraham İsaac Cohen Cook’un (1865-1935) sosyalizmden devşirdiği Siyonizm’in tarihi, Yahudilerin tarih boyunca Avrupa’nın barbarlığıyla, dışlamasıyla kendilerine özgürce yaşayacak bir toprak arayışı, Filistin topraklarının seçimi ve en barbar Avrupa’dan ve bilhassa Alman Nazizm’inden arta kalarak diasporanın Filistin’e yerleşerek, buraları kendi toprakları olarak benimsemesi, hemen ardından özgürlük ve barış için savaşmak, savaşın bir Arap Yahudi savaşına dönüştürülmesi (Naqba), halkların yan yana ve aynı mahallerde yaşama alışkanlıklarının yavaş yavaş geride bırakacak siyasetin uygulanmaya başlaması, daha yakın zamanlarda “işgal topraklarına” yerleşen kolonların gittikçe çoğalması ve buralardan artık çıkarılamaz hale gelip barış imkanı süreçlerini zora sokmaya başlaması, 1978-79’da, Amerikalı başkan Carter döneminde, Mısırlı Enver Sedat ve İsrailli Menahem Begin’in ilk Camp David sözleşmesinden ve 1993 Oslo Anlaşması’nda, Bill Clinton döneminde, Arafat ile Rabin ve Perez’in dostluk gösterileri ve de ikinci Camp David’de 2000 yılında yine Bill Clinton döneminde Arafat ve Barak’ın anlaşma süreci akla gelmektedir.
1993’de İsrail Devleti (Rabin ve Peres) ve Filistin Bağımsızlığı Halk Cephesi ile Filistin Bağımsızlığı Demokratik Cephesi’nden oluşan OLP’nin (Filistin Bağımsızlık Örgütü) temsil ettiği (Arafat ve Abbas) Filistin’in barışa bu kadar yakınken Yitzhak Rabin’in aşırı sağcı bir Yahudi öğrenci tarafından öldürülmesiyle çıkmaza girmesi, Şimon Peres’in Yitzhak Rabin ile barış sürecine katılmasına rağmen İsrail’de sözünün geçememesi, Mısır kökenli Müslüman Kardeşler’in (1928) kurduğu ve İsrail Devleti’ni tanımayan Hamas’ın 2006’da Gazze’de nerdeyse bir iç savaş sürecinde hakimiyet kurması, birinci intifada çocukların taş atmalarına karşın “ikinci intifadanın” silah kullananların eline geçmesi ve böylece Filistin halkının siyaset sahnesinden çekip alınması, bugün çıkmaza giren vahşetin iki taraflı bir şekilde sürdürülmesi vb. gibi bir tarihi süreci anlamak için, kanımca Elias Sanbar’ın “Bütün Dünyaya Açıklamalı Filistin” kitabına bakmak bu tarihi iyi anlamak açısından en kestirme yol olacak. Kısa özetlenecek bir tarihi bilgi ve yola ihtiyaç var bugün. Bütün bir laf kalabalığından uzaklaşarak, olmakta olan vahşeti ve felaketi dışarıdan anlayabilmek için.
Elias Sanbar’ı 1980’li yıllarda tanıdım. Paris VIII Üniversitesi’nde, Gilles Deleuze’ün derslerini takip etmekteydi. Çıkardığı dergide (Revue d’études Palestiniennes-1981-2008) birçok Fransız entelektüeli ve filozofu yazılar yazmaktaydı. (İlan Halevi, Michael Lövy, Jerome Lindon, Juan Goytisolo Maxime Rodinson, François Chatelet, Gilles Deleuze, Etel Adnan, Mahmut Derviş, Eric Rouleau, Pierre Vidal-Naquet, Elias Khourin vb.) Ve dergi Filistin meselesini öne alan bir şekilde olan biten hakkında entelektüel bir bakışı sağlamaktaydı.
Daha 1980’lerin sonlarında Jussieu Üniversitesi’nde (Paris VII) vermiş olduğu bir konferansta Filistin mücadelesinin laik ve devrimci bir görünüşten uzaklaşmaya başlayarak daha dini değerlere doğru gitmekte olduğunun altını çizmekteydi. Filistinli kimliğin çok kimlikli olduğunu, içinde sadece Müslümanların değil, Yahudilerin ve Hıristiyanların da oturduğunu belirtmekteydi. Bu anlamda laik bir düzenin veya her türlü Osmanlı modernleşmesi ve Batılılaşmasına karşı çıkan, dini değerleri korumak isteyen taşra idaresine bağlı yerel sorunlara rağmen Osmanlı’dan kalan beraber yaşama pratiklerinin İngilizlerin sömürge yapmak üzere bu topraklara yerleşmesini daha sonra da (Osmanlı Devleti’ne bağlı Miri toprak rejiminden özel mülkiyete geçiş sürecinde) İsrail’in 1947-48 sürecinde devlet olarak bu topraklarda ilanı sürecinde halkların arası husumetin arttığını göstermektedir.
Ancak asıl noktanın 1945 sonrasında İngilizlerden daha dünya jandarması rolüne soyunan Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni bir süreçte Orta Doğu siyasetlerini SSCB’ye karşı kullanmak üzere yönetmeye başladığını öne sürmektedir. Az sorun çıkmadı bu siyasi stratejilerde.
Bilhassa iki devletin (ABD ve İsrail) kuruluş hikayesinin birbirlerine benzemesinin üzerinde durmaktadır. ABD’de Kızılderililerin topraklarına yerleşerek, bu toprakların sahibinin olmadığını dini bir söylemle ortaya koyan Amerika’nın siyasetiyle, Filistin topraklarında Filistin Devleti olmadığından dolayı ve bu toprakların sahibi olmadığı iddiasıyla İsrail Devleti’nin kuruluş mitolojisi içinde bir benzerlik kurmaktaydı bu konuşmasında. Tuhaf bir şekilde Amerika’yı kuranların birçok etnik gruptan gelmesiyle bir “melting pot” toplumu olarak başladığını ve İsrail’in kuruluşunda etnik olarak akraba, ama dil olarak birbirlerine yabancıların var olduğunu görmekteyiz. (Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelenlerin ayrı ayrı dilleri) Böylece, özel mülkiyet olmasa bile devletsiz bir şekilde, eski Osmanlı değerlerinde yaşayanların (yarı göçebe yarı köylü Filistinlilerin) yok sayılması söz konusu edildi. Filistin halkı ise kendi değerlerinin olduğu kadar kimliklerinin de çok kimlikli bir şekilde var olduğunu göstermeye çalıştılar.
Elias Sanbar kitabında, Filistin’i temsil etmeye başlayan siyasi organizasyon olarak 1968 sonrasında, Yaser Arafat’ın; ilk dönemlerde çabasının olduğu kadar, son süreçlerdeki ve bilhassa Körfez savaşının başladığı 1991 yılındaki Saddam’a verdiği destek yüzünden hatalarının da olduğunu vurgulamakta. Ancak hiçbir zaman dini bir siyasi oluşum olmadığından dolayı hakların beraber yaşama imkanlarının da saklanabildiğini yazmakta.
Burada, eğer E. Sanbar’ın anlattıklarını takip edebiliyorsam ortaya çıkan tabloyu şöyle özetleyebiliriz: Halkların birlikte yaşaması için siyasetin laik bir siyaset içinde kalmasının önemi vurgulanmaktadır. Laik siyasetin içinde dini değerlerin inançlı her halk (Yahudi, Müslüman ve Hristiyan) için önem taşıdığının altını çizmektedir. Bugün bu kadar uzun bir tarihten sonra iç savaşa doğru sürüklenmesi korkusunun sürdürülmesini önemsemektedir. Bu hem İsrail halkı hem de Filistin halkı için olmaması gereken bir süreç olarak durmaktadır.
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail Devleti’ni “apartheid” ile suçlamasının verileri eskilere dayanıyor. Daha İsrail’in laik ve sosyalist sol partisi Meretz’in idarecileri İsrail’in gidişatının bir “apartheid siyasetine dönüşmesinden” duydukları sıkıntıyı belirtmekteydiler. Hatta 1976’da İshak Rabin, Filistin meselesinden korktuğu durumu bu kavramla nitelendirmişti. 2017’de ise eski Başbakan E. Barak “İsrail’in apartheid’a doğru kaymakta olduğu” endişesini dile getirmişti. Olan oldu sonunda, korkulan gerçekleşti.
Eğer barışı düşünmekteysek, devletlerin varlığının önemini kavrayabilirsek, iki devletli bir yapının bu topraklarda kurulma imkanlarının var olduğuna ve var olmaya devam etmekte olduğuna olan inanç saklanmalıdır: Amos Oz, “bize boşanmamız için artık yardım edin” diyordu. Halkların her ikisinin de etnik veya dini bütünlük içinde değil, ama eskisi gibi beraber yaşama inancının sürdürülebilirliğine güvenilmelidir. Karşı taraflardan şüphe değil güven sağlanmalıdır. İsrail’in yüzde 80’inin Yahudi olduğu ve yüzde 20’sinin ise Müslüman ve Hristiyan olduğu gerçeğini kabul etmek gibi bunun benzerinin, olası bir Filistin devleti için de geçerli olması gerektiğin vurgulanmalıdır. Üzerinden çizgi çizerek yok edilmeye çalışılsa bile kimlikçi hale sokulan bu durum, sanki upuygun değilmiş gibi kabul edilse bile, vazgeçilemez tarihi bir gerçek olarak asırlardır ortada durmaktadır.
Barış hasımlardan değil hısımlardan oluşan bir harekettir. Beraber yaşamanın imkanları Levinas’ın vurguladığı gibi “başkasının yüzünden” geçmektedir. Bu bir etik olarak öngörülmelidir. Ötekinin görünürlüğünün şartı işaret vermesinde saklıdır. Ötekinin işaretinin görünürlüğü kendimizin varlığının bir kanıtı olmak durumundadır. Bu işaretler seslerdir, ötekinin sözleri ve izleridir. İzleri olmazsa eğer onların işaretlerini duymamız imkânsız hale gelecektir. Onları duyduğumuz zaman ancak izlerinin sayesinde varlıklarının kabulü ön koşul olarak yan yana yaşamaya bir olanak sağlayacaktır. Olasıdır. Olanaklıdır. Hiç de imkânsız değildir. Ötekinde o halde ilk gördüğümüz diğerinin yüzü olacaktır. İki karşılıklı yüz ancak birbirlerini tanıyabilir ve köle efendi diyalektiği içindeki karşılıklılık içinde yeniden birbirlerini tanıma imkanına geçebilecekler ve eşitliği sağlayabileceklerdir. Eşitlik, iki karşılıklı yüzün karşılaşmasıyla oluşur. Biri diğerini tanıdığında bu mümkün hale gelmeye başlayabilir. Yüzler konuşur, birbirleriyle konuşurlar. Etik olanın izi birbirleriyle söyleşmelerinden geçmektedir; çünkü arzu birbirlerine bakışta ortaya çıkabilecektir. Gerçek arzu başkasına doğru dönüktür, kendine kapalı arzu olamaz; olursa eğer o da hastalıklıdır. Zaten Levinas Beyrut’ta 1982’de Sabra ve Şatilla katliamında Tsahal’in, İsrail Müdafaa Kuvvetinin rolünü kınarken, Holocaust’un kınarken Tanrı bizimle demek 1982’de saçma bir durumu ortaya koymaktadır. “Her şeyin bir sınırı vardır” demiştir.
Bu anlayışta en başta birbirlerinin var olmasının tanınması (bu topraklarda Filistinlilerin olası devletinin ve İsrail Devleti’nin varoluşu) gerekecektir. Bir devletin kabulü diğer devletin kabulünü gerektirir. Bunu da dışarıdakilerin değil, içeridekilerin gerçekleştirmesi gerekmekte: Hrant Dink’in lafı burada kulaklarımda çınlıyor.
Tarihin acılarından uzaklaşarak, iki hasta halkın iyileşmesi için dışarıdan yapılan müdahaleler değil, asıl olan hakların birbirlerine bakışlarındaki “onurda” gerçekleşmelidir. “İki Yakın Halk İki Uzak Komşu” böyledir. “Su çatlağını bir gün bulur.” Belki!
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |