Nicole Lapierre’in "Öteleri Düşünelim" adlı kitabını karıştırmaktaydım. Evde duran, ama daha elime almamış olduğum bu kitap ufuk açıcı geldi, içinde yaşamakta olduğumuz "gönüllü karantina" günlerinde. Kitap, en başında, La Boétie ve Montaigne’nin dostluğu ile başlayarak, ikisinin aşk derecesinde yükselen ilişkileri üzerinde duruyor. La Boétie (1530-1562) otuz iki yaşında tam olarak bilinemeyen nedenlerden (dizanteri mi veba mı) ölünce Montaigne önce çok yalnız kalıyor: Dostluk acısı!
Sırdaşlık veya ikili işleyen arkadaşlıklar gibi bir ilişki. Genelde hikâyelerde hep ikili dostluklar vardır. Bu tipoloji hem bizde hem de genel olarak edebiyatta veya hatta çizgi romanlarda ele alınmıştır. Bu, bazen bir hayvan olabiliyor veya bazen de insan: "Lorel ve Hardy sinemadan örnek. Biri öldüğünde diğeri artık çalışamaz olur. Batılı çizgi roman örneklerinden, Pekos Bill ve Beyaz Tüy, Tenten ve köpeği Boncuk veya Tenten ve Kaptan Haddock, Asteriks ve Oburiks, Red Kit ve atı Düldül; Karaoğlan ve atı Yağmur veya Karaoğlan ve Çakır Türkiye’de çizgi romandan örnek; hatta Deleuze ve Guattari" bile felsefeden örnek olarak gösterilebilir. Deleuze zaten kendileri için, "Laurel ve Hardy" örneğini vermişti.
Bir de üçlü arkadaşlıklar var, A. Dumas’nın "Üç Silahşörler" kitabı üzerinden kaynaklanmakta belki de? 1950’lerin ikinci yarısında başlayan İtalyan yapımı çizgi romanlar, Tommiks ile Doktor Sallaso ve Konyakçı veya Teksas ile Rodi ve Profesör Oklitus üçlü dostluklara gönderme yapmaktaydı Örnekler belki daha da çoğaltılabilir. Popüler kültür örneklerini öne çıkartıyorum, çünkü belki de daha kitleselleştirmektedir üçlü arkadaşlık durumlarını. Üçlü arkadaşlıklar (yahut işlevler) üzerine akademiden bir örnek: Ünlü filolog Georges Dumézil’in "üçlü işlevi" de, benzer bir şekilde, mitolojik kahramanların işlevlerini üçe ayırmıştı. Hukukçu kral ve büyücü hükümdar, savaşçılar ve üretenler (kadın ve toprak). Bunların işlevleri birbirlerine dokunmakta ve farklılaşmaktadır. İleri sürebiliriz ki bugün hala beraber çalışanlar için bu dostluk önemli bir öğedir. İkili veya üçlü (veya daha çok).
Montaigne ve La Boétie dostluk ilişkisi, çok ilginç bir şekilde Nicole Lapierre’i hayali bir dünyaya taşımakta. Öte diyarlar bize rüya diyarları olarak geri dönmekte bu kitapta. Kitap bir masal kitabı olmuş olsaydı rüyalar ve hayal gücü üzerine gelişen bu hikâyelerin gerçek ile alakası üzerine sorular sorabilirdik. Ama anlatılanlarda, kahramanların her biri dünyada yaşamış gerçek kişiler ve bunların hepsi bildiğimiz düşünürler. 16. yüzyıl sonu dostluklarından gelip, 20. yüzyılın ilk yarısına ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasına geliyoruz. Bu olaylar, "bu insanlarla başka bir dünyada başka türlü olsaydı ne olurdu?" sorusu üzerine odaklanmakta. Leibniz’in "mümkün dünyalar" üzerine geliştirdiği Teodise adlı kitabında olduğu gibi bir düşünceden söz edilmekte. Birden çok dünya mümkün ve her bir dünya başka bir diziden oluşmuş olarak anlatılıyor.
Lapierre’in bu kitabı da okuyucuları ötelere taşımak üzere yazılmış. Hayal ediyor, rüya görüyor. Acaba Benjamin, İspanya sınırında 1940 yılında Port-Bou’da sınırı geçmiş olsaydı nasıl olurdu? Gidebileceği New York’ta daha önce 1923 yılında karşılaştığı Adorno ile buluşacaktı. İki ayrı yolcu oradan oraya maceralarını birbirlerine anlatacaklardı belki de. 1934'ten beri aile dostluğu yaptığı ve Marsilya’da "Tarih kavramı üzerine tezleri" kaybolmaması için saklamasını rica ettiği Hannah Arendt ve kocası ile buluşup neler konuşacaklardı? Belki de "yabancıların, mültecilerin statüsü" üzerine tartışacaklardı; belki tarih üzerine tezler bazı değişikliklere maruz kalacaktı. Lapierre onların, 1942 yılında bir araya geldiklerini hayal ettiğini yazmakta.
Bugün acaba biz evlerimizde bu hayali rüya yolculuklarına çıkar mıyız? Ülke ve şehir sınırları geçtiğimizi, yollarda, sokaklarda rastlayacağımız arkadaşlarımızla sarılıp, öpüşüp neler konuşacağımızı? Veya ayrı düşülen sevgiliye sarılıp onunla ele ele yollarda yürüyeceğiz; konserlere, tiyatrolara, kapanmayan Kadıköy Rexx sinemasına, Beyoğlu Atlas sinemasına gideceğiz belki de. Rüyalara kabuslar değil güzel şeyler de değmekte muhakkak! Sevgiler, dostluklar, içki sofraları, yemekler, sergi açılışları, sanat fuarları, yapılacak sergilerin eserlerini düşünmek, belki de, önce rüyalarda gerçekleşip, bu durumu atlattıktan sonra, gerçeği var olacak olanlar mıdır? Rüyaların gerçek olması için küçük bir değişim yeterli olabilecek! Biz de başka dünyaları değil, belki ama gelecek dünyaları hayal edebilirsek acaba evde kalmanın sıkıntılarını sırtımızdan atabilir miyiz?
Milli Piyango için hayal edenler gibi miyiz? Sanmıyorum (servet hayal etmiyoruz). Gerçek dünya o kadar sıkıcıysa evde kalamayacak kadar, o zaman hayal dünyasına kaçmak bizi psikiyatri açısından akıl hastası yapmaz! Sadece hayal eden ve umudu unutmayan insanlar haline getirebilir (bazıları buna oksitosin diyor!). Bir zamanların Hoolywood müzikal filmlerindeki sahneleri hatırlayalım: Bu filmler popüler kültür unsurları olarak insanların fantezi dünyasına hitap etmekteydi belki, ama yükselen bir umuda yol açmaktaydı. Yoksa, o yıllarda Sovyetler Birliği’nde anti-kapitalist Stalin’in Amerikan müzikallerine olan hayranlığını açıklamak nasıl mümkün olabilirdi ki! Bazıları halkın "afyonu" olarak da bakabilir hayal dünyasına tabii; ancak bugün sıkışmış dünyalarımızda biraz hayale ve fanteziye yer açmak rahatlatmaz mı?
S. Kracauer, "polisiye roman" üzerine olan kitabında, Kierkegaard’ın "dini alanını" hatırlatmakta bize. İsimler kendi gizemlerini açıklamakta burada. İnsanın kendisi gizemle ilişki içinde ilerliyor. Yaşanan gerçek olarak durmakta oysa. Söz bile bir eylem haline girmekte. Kracauer, gizemle olan ilişkiyi reddeden insanın kendini gerçekleştirmesinin imkansız olduğunun altını çiziyor. Hayal ve umut gelecekteki mutluluğun ödüncüdür demekteydi eski bir Hristiyan atasözü. Saint Benoit’daki dönemlerimden hatırlıyorum bu atasözünü. Bana o zaman çok yabancı gelen bir atasözü bugün o kadar yabancı gelmemeye başladı. Nasıl akılımda kaldığını bile hatırlamadığım atasözü, her ne kadar suda kırılan bir sopanın imgesi gibi dursa da, bugün için gerçekliğini saklamış diye düşünüyorum. Kracauer de polisiye romanın "medeni hayatın gerçeğinden daha gerçek" olabileceğinin altını çizmekteydi. O halde, neden biraz hayal görmeyelim, gerçeğin ağırlığından uzaklaşmak üzere? Bu sosyolojik değil belki, sınıfsal ise hiç değil, ama basit insanların duygularıyla işleyen ve büyük düşünürlerin veya sanatçıların bile ne kadar popüler kültür öğeleriyle dolu olabileceğini hatırlatabilmekte.
Sonuçta 20. yüzyılın en büyük filozofları arasında adı geçen Gilles Deleuze’ün bütün yazdıklarının yanı sıra, beğendiği şarkıcılar arasında Fransız popüler kültüründen birisinin olması neden tuhaf olsun ki: O kişi Claude François idi. Hayal ve rüya dünyasına "merhaba" neden demeyelim bugünlerde? John Lennon söylememişiydi: "İmagine!". Hayal edelim!: "Üstümüzde yalnız gökyüzü!"