"Nereye gidiyorsun?" Bu soru efsanevi bir hikâyeden alınmış bir sorudur. Henry Sienkiewicz 1896 yılında kaotik bir dünyaya girilmekteyken bu hikâyeyi Gazeta Polska'da tefrika olarak yayınladı. Soru, Roma'dan kaçan Petrus'un yerine İsa'nin yeniden çarmıha gerilmek üzere geri gelmesinin ve ışık huzmesinde kendisini kaçan Petrus'a göstermesiyle sorulan sorudur. Aynı zamanda 1951 yılında yapılan Hollywood filmlerinden birinin de adıdır (Mervyn Le Roy ile Anhony Mann'un yapımında).
Barbara Kruger
Neron zamanı Roma'nın vahşetine ait olarak ele alınan bu hikâye bizim kaotik dünyamızın acımasızlığına da dokunmakta değil midir? "Nereye gidiyorsun?" sorusu bugün bize de sorulmakta değil mi? Veya biz kendi kendimize uzun zamandan beri bu soruyu sorup duruyoruz ve cevabını vermekte zorlanıyoruz.
Neo-liberal ekonominin 1970'li yıllarda Şikago Ekonomi Okulu'nun (Milton Friedman) içinden geçen bireysel özgürlük teorisinden itibaren başlayan küresel dünyanın vaziyetine baktığımızda, bu dünyanın şehir merkezli merkezi yapısının bugün bu şehirlere yaramadığını öncelikle fark etmemek mümkün değil. İkincisi şehirler arasında var olan kültürel farklara rağmen, yeme içme modellerinin birbirlerine benzeyen dünya zincirleri tarafından yatay bir şekilde toplumları ve cemaatleri kat ettiğini görmekteyiz. Şehirler arasındaki mekân ve bina farklarının asgariye inmeye başladığı bir dönemin "çılgınlığını" yaşamaktayız. Her yerde sıkıntılı bir hayatın içinde en çok duymaya başladığımız laflardan birisinin "sıkıntı yok" olmuş olması tesadüf müdür?
1970'lerin ortalarında ortaya çıkan yeni bir politik ekonominin içinden geçmeye başlayan dünyamız bugüne kadar geldi. Tıkanma noktasında olduğumuzu hepimiz görmekteyiz; çünkü bu yıllarda kurulan Devlet aklı bugün sonuna gelmiş vaziyette. Her kafadan bir başka ses çıkmakta. Bu seslerin ortak noktası rasyonel olmayan bir akla bağlı görüşlerin hakimiyet kazanmaya başlamasıdır. Acımasızca yürüyen toplumsal akıl tutulmuş durumda. Bir zamanlar Frankfurt Okulu düşünürlerinin bu akıl tutulmasını İkinci Dünya Savaşı'nın gayri-rasyonel yapısında gördükleri gibi bir döneme girmekteyiz. Hikmet-i hükümet devletin sınırlarının içindeki rasyonellik üzerine kurulu devletçi bir politikayı devletin bekasıyla birleştirmekteydi. Sınırlar üzerine kurulu ve siyasi merkezciliğin hâkim olduğu bir yapılanma arkada bırakılarak "piyasa" adındaki yeni bir düzenin merkezi hali ön plana alındı.
Böylece, neo-liberalizm "bireysel özgürlüğü" merkeze alarak (anarko-liberalizm) çıkararak peşinden bakan ve denetleyen Devlet yerine, bireyi piyasa ve rekabet kurallarına bırakmayı tercih etti. Devletin hikmet-i hükümeti yerini piyasanın rasyonelliğine bıraktığında değerler erozyonu da beraberinde ilerledi.
Bu süreçte ikili bir dinamiğin var olduğunu izlemiştik. Bir yanda, güney olarak adlandırılan coğrafi bölgede yaşayanların bu yeni rasyonaliteye yaslanması için sıkı düzen rejimlerine ihtiyaç duyuldu. Diğer yanda, Şili ile başlayan Türkiye ile devam eden bu yeni sermaye birikimi rejiminin yerine oturması için o dönemin ilerici olarak adlandırılan eyleyicilerinin zapturapta alınması gerekmekteydi. Sendikalar, entelektüeller, gazeteciler, üniversiteler, hukuk kurumları askıya alındı. Mücadele biçimlerinin yönü başka bir yere, piyasa ekonomisine doğru çekildi. Bu yeni ekonomik piyasa rejiminin politikası "bireylerin özgürlüğüne" yani kuralsızlığa doğru taşınmaya başlandı. Vergi indirimlerine rağmen sermayenin ucuz emeğin olduğu dünya coğrafyalarına doğru dönmesi, post-kolonyal bir göçü durdurmaya yönelik bir hareketti. Atık sanayileşmiş ülkelerin ucuz emek gücü getirmeye ihtiyacı kalmamıştı; çünkü artık sıkı siyasi rejimlerin olduğu yerlerde, kontrollü bir piyasa ekonomisi kurulmaya ve malların dolaşımıyla birlikte sermayenin dünyadaki dolaşımı artmaya başlamıştı.
"Devlet aklı" artık "piyasanın aklı" haline döndü. Küreselleşme dünyasına böylece girdik. Güneydeki ve Kuzeydeki sanayileşmiş ülkeler arasındaki farklar azalmaya başladı. Son otuz-kırk senede Güney'in zenginleşmesiyle Batı Avrupa ve Amerika ekonomilerinde ve siyasetlerinde kaymalar, erozyonlar baş gösterdi.
Ve bugünkü aşırı sağcılaşmaya başlayan yeni rasyonalite kendisini var etti. Totaliter devlet ve Nazi "ortak cemaatleşme" söylemi yerine piyasa ekonomi politiğine yaslanıldı. Piyasa ekonomisi nerdeyse para birimlerini bile birleştirmeye kalkan veya hayatın düzenini dünyasal fiyatlar (ama ücretler değil) üzerinden kurmaya başlayan bir yeni düzeni dünyaya kabul ettirdi.
Daha az vergi, daha az devlet, daha az cemaat veya toplum içinde bireyleşme öne çıkmaya başladığında herkes kendisini düşünen bir ego haline girmeye başladı. B. Kruger'in bir eserinin belirtmiş olduğu gibi "Tüketiyorum o halde varım" sloganının içine girdik. Son beş sene içinde hayat pahalılığının küreselleşmesiyle ve işsizliğin yükselmesiyle birlikte, şiddet boyutları artan ve tüketemeyen ama tüketmek arzusuyla yanıp tutuşan büyük kitleler kendilerini ya başka yollardan para kazanma imkanlarına doğru yöneltti ya da toplumsal protestoların şiddeti içinde dükkanların yağmalanmasını ortaya çıkardı. İkili bir şiddet ve cinnet toplumu içine girdik.
"Nereye gidiyoruz?" sorusu yukarıda sözünü ettiğim "nereye gidiyorsun?" sorusuyla birleşmekte. Hem Türkiye'de "köşeyi dönmek" lafıyla başlayan ve sınıfsal sınır tanımayan yeni hareket ve yaşam tarzları "fenomenlerin" dünyası içine soktu bizleri. Sosyal medya, bir zamanlar "herkesin 15 dakika meşhur" olacağı A. Warhol'un lafının çok ötesine geçip "medya fenomenlerine" doğru dönüştüğünde iş işten geçmişti. Veya piyasa ekonomisinin rasyonelliğinin ötesine doğru giden bir süreçte, "benim memurum işini bilir" sözünden spekülatif arsa ve banka operasyonlarına kadar giderek genişleyen bir mantık toplumun üzerine yerleştiğinde yapacak pek bir şey kalmıyor sanki! "Nereye gidiyorsun?" sorusu ise bu toplumların kendi kendilerine soracakları soru olarak karşımızda durmakta.
Piyasa ekonomisinin merkezinde işleyen siyasi ve sosyal enformasyonun iktidarı nereye kadar gidebilecek? Peki ama kardeşim, sen "nereye gidiyorsun?". [1]
[1] Bu yazıyı yazdıktan sonra Osman Ulagay'ın aynı başlığı taşıyan "Quo vadis?" adlı bir kitabı olduğunu öğrendim. Herhalde benzer sorular sormaktadır.
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |