Türkiye’de, “8 Mart Kadın Yürüyüşünün” yapılmaya çalışıldığının hemen ertesi günü, TRT2’de Filmin Önü/Arkası programında gösterilen Fransız filminden sonra yapılan eleştiri ve yorum kısmında, Mehmet Açar ve Alin Taşcıyan’ın konuşmaları birden bire bize sanki zaman tünelinde olduğumuz hissini verdi. Kadına yönelik şiddet, psikiyatrı, sosyoloji veya aile antropolojisi gibi konuları konuşmuş olmaları, televizyonda yine seyredilecek bir şeylerin olduğunu bize hatırlattı ve gösterdi. Bir akşam evvel de, Aykut Köksal’ın sunduğu programda da aynı duyguyu hissetmek mümkün oldu.
Özellikle, gösterilen filmin konusunun aile içi koca şiddeti üzerine odaklanması, ataerkil toplumsal düzenin hakimiyetinin verdiği cinnet hallerini, son zamanlarda bütün dünyada yaşanmakta olan kadına karşı şiddeti göstermesi ve bilhassa ırkçılığın erkek egemen bir toplum içinde yeniden yerleşmeye başladığını hatırlatması bakımından dikkat çekiciydi. Fransız sinemacı Xavier Legrand'ın gerçekleştirdiği “Jusqu’a la garde” adlı film, Fransa’daki Césarlar’a aday olan ve sonunda da ödülü kazanan film olarak, Fransa gibi bir ülkede de kadına (mizojeni, kadın nefreti) ve çocuğa şiddet gösterilerinin ne kadar vahim boyutlarda olduğunu bize anlatmakta.
Bir yanda, şu anda Fransa’da sinemalarda oynamakta olan bir filmi Türkiye’de televizyonda görmenin şaşkınlığı var; diğer yanda ise, konu olarak kadına yönelik şiddetin sadece Batı-dışı toplumlarda değil, Batılı kültür merkezi olarak tarihe geçmiş bir Fransa için de büyük bir sorun olması, çok çarpıcı bir şekilde içinde yaşamakta olduğumuz dünyanın ne kadar garip ve dünyasal sorunlarla bocalamakta olduğunu göstermektedir. Korsika’da, 10 Mart’ta, eski kocası tarafından cinayete kurban giden Julie Douib için dört bin kişinin katıldığı bir “Beyaz Yürüyüş” gerçekleşti. Fransa’da 2019 yılında, Ocak ayından beri, otuz kadın cinayeti söz konusu oldu: Garip ama gerçek!
Kadın cinayetleri bakımından Batı toplumlarıyla ölçüşmekte olduğumuz Türkiye’nin, bu anlamda, her ne kadar dini veya kültürel farkları olmuş olsa bile ayrı bir toplum olarak değil, ama bazı Batılı toplumlara benzer bir şekilde birbirlerine yakın sorunları yaşamakta olduğunu görmek, belki de, beklemediğimiz bir şey iken, bu durum gözümüzün önüne serildi. Hep birlikte dünyasal bir sorunun (aile içi ve bilhassa kadına uygulanan şiddet) içinden geçmekte olduğumuzu bize gösterdi .
Filmin başında, daha önce boşanmış olan Besson ailesindeki karı-koca hakim karşısında görülmekte. Erkek çocuğun 18 yaşından küçük olması nedeniyle rızası olmadan hukuki olarak kadın yargıç tarafından hafta sonları babanın evinde kalması hakkı üzerine gelişen film, önce baba-oğul arasında sonra babanın kendi ailesindeki babasıyla olan gerilimin içinde oluşuyor. Sonunda da kendi karısı ve çocuklarıyla olan gerilime dönüşme anlatısı, hala içinden çıkamadığımız “ailevi bir cinnet” durumunu göstermekte.
Hatta filmin sonunda en kuvvetli gerilim sahnesinde komşunun durumu polise haber vermesi sırasında ortaya konulan bir gerçek daha var ki, o da karşı komşunun, adından da anlaşılacağı gibi, Fransız olmayan biri olması ilginç bir vaziyeti daha gündeme taşımakta. Kurtarıcı bir yabancı oluyor. Ve bu şekilde, ırkçı Avrupalıların tezlerinin tersi gösteriliyor. Söz konusu erkek şiddetinin faillerinin Fransız veya yabancı olması değil sorun. Ama, filmdeki komşu kadın bu ataerkil topluma maruz kalmış, hatta belki de bu nedenden dolayı tek başına yaşayan bir yaşlı kadın olması ilginç kılıyor bu karakteri. Bir yabancı olarak kurtarıcı olarak sunulması, bugünün aşırı sağının yükseldiği bir Fransa’da hala bu gidişata karşı umutların mevcut olduğunu bize hatırlatıyor ve hatta bu anlamda, aşırı sağ ideolojilere ve söylemlere karşı direnme odakları oluşturmak imkanlarının her zaman var olduğunu da gösteriyor.
Film sosyolojik olarak bir aile tragedyasını göstermekte ve bir toplum sorunu olarak genel bir soruna örnek teşkil etmekte; ancak işin başka bir yönü ise, hukuk ile adetlerin beraberinde oluşturduğu normlara göre davranan ve hisseden insanların cinnet halleri üzerine düşünülmesi gerektiğine parmak basmasıdır: Çılgınlık ve kıskançlık krizleri. Bunlar 19.yüzyıla ait iki psikiyatrik hastalık olarak sayılmakta. Ama bugün bu vakaların ve hastalık hallerinin içinde yaşamaya neden hala devam ettiğimizi açıklamak pek kolay olmayacak gibi duruyor.
Dünyasal olarak çocuklara karşı şiddet, kız ve kadınlara şiddet ile birlikte eşcinsellere olan şiddet, bu insanları hayati ve psikolojik tehdit altında bırakmakta. Katolik Roma Kilisesi’nin dünyadaki çocuk istismarı ve kadın rahibeler ile ilişkilerdeki korkunç gerçekler; bu kurumların, yani din ve aile kurumlarının kendilerine ait normal değerlerini sıkıntıya sokmakta ( Kilise tarihinde birçok defa dini tarikatlar, bozulmakta olan duruma karşı yeni çareler aramak üzere kurulmuşlardır ve hemen hemen hepsinde çalışma, fakirlik, bekarlık ve günah çıkarma gibi değerleri ön plana çekmişlerdir) . Kürtajın yasak olduğu Kilisenin öğretisine rağmen, papazlar ve rahibeler arasında yaşanan cinsel istismarlar, rahat bir şekilde, kürtajı bir pratik olarak kabul eden deneyleri yaşatmaktadır. Yahut bazı Kilise evlerinde, rahibelerin bazı papazlardan olan gayri meşru çocuklarını doğurtup, sonra da dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve çocukları olmayan ailelere pazarlanması gerçeği kurum ahlakını, adetlerini ve pratiklerini çelişkiye sokmaktadır.
Aslında, bu olaylarda, psikiyatrinin bir kurumlar tarihi veya bir temsili mesele olmaktan çok uzak olduğu, tam da insanların hayatlarında bedenleriyle güç ilişkileri yaşadıkları gerçeğini görmekteyiz; çünkü fark edildiği gibi cinnet hallerinin fiziki şiddeti ortaya koyması, şiddetin sadece sembolik değil, ama aynı zamanda tamamen fiziki olduğunun örneklerini hem psikiyatri tarihinde, hem de yaşanmakta olan psiko-sosyal olaylarda göstermektedir. Hastanelerde güç kullanan doktorların ve hemşirelerin hastalar üzerinde uyguladıkları şiddet gibi, toplumsal alanda da kadına, çocuğa ve de eşcinsellere karşı şiddet, tıpkı yabancı düşmanları ve ırkçılarda olduğu gibi, hem sembolik hem de fiziki olarak işlemektedir. Sembolik şiddet; bazen kanunlarda, bazen mahkemelerin verdiği yersiz kararlarda, fiziki şiddet ise zaten kimsenin ret edemeyeceği, tartışma kabul etmeyen cinayet ve yaralama olaylarında yaşanmaktadır Tıpkı aile içi şiddetin psikolojik ve aynı zamanda fiziki saldırı olarak yaşandığı gibi, psikiyatri de sadece ruha değil, o halde, ama aynı zamanda bedene bir saldırıdır,
Aydınlanma filozofu Codillac’ın “metafizik denemesinde” olduğu gibi bir grup insana iki kere ikinin dört ettiğini, diğerlerine ise dört etmediği öğretilirse, olmakta olan durum, hakikati bu iki grubun öğrendiklerini ve böylece de bildiklerini savunması haline getirdiğinde (Condillac’ın yazdığı gibi bazılarına Newton fiziği ve bazılarına ise ayın yuvarlak bir peynir olduğu öğretilirse) geriye kimin haklı olduğuna dair sadece laf kalabalığı ve tartışma (olayın kendisi ama ne olduğu ve nasıl olduğu değil) kalacaktır. Bu konuları düşünmek ve üstesinden gelmek için biraz daha gayret etmek gerekecek. Hem de bekletilmeden.