*Ali Akay
“Tehlike çok büyüdüğünde selamet
yaklaşmaktadır”
Hölderlin
Bugün aradan çok zaman geçmesine rağmen “Aydınlanma” ile ilişkimiz yine başka şekillerde sürmekte değil mi? Bazıları karşı çıkmakta, bazıları ise Aydınlanmanın ilerlemeci ve geliştirici etkisinin hala geri gelmesini beklemekte. Batı yanlılığı ve karşıtlığı olarak adlandırılabilecek bu ikili karşıtlıktan bir şey beklemek pek mümkün durmamakta. İlk olarak “Aydınlanma nedir?” metninden bu yana iki yüz yıldan fazla zaman geçti, ama başka bir şekilde aynı metnin yeniden ele alındı: 1980’lerin hemen başında M. Foucault ve 1990’ların ikinci yarısında J. Derrida ve 1990’larda yine J. Habermas gibi 20.yüzyılın etkin düşünürlerinin Aydınlanmayı tekrar ele aldıklarını da biliyoruz.
Kant, bir insanın hiç kimsenin etkisinde olmadan, kendi başına alacağı kararlarla Aydınlanmış insanı ortaya koyabileceğini yazmıştı. Kant, ayrıca Aydınlanma ile ilgili soruları dönemi açısından ileri sürmüştü: “Ne bilebilirim?”,” ne yapabilirim”, “ne umabilirim?”. İlk soruyu sorduğumuzda, bilginin hangi durumda olduğunu açıklamanın önemini vurgulamaktayız (saf akıl); ikinci olarak, içinde yaşadığımız durumda ne yapmak mümkündür ve nasıl yapmak gerçekçidir? (pratik akıl) sorusu öne çıkmakta; üçüncü olarak ise yargı gücümüze ait olarak “ne ummama izin verilmektedir?” sorusu söz konusudur. Bu sorularda geçmişi bir kenara bırakıp, ileriye doğru olan bakışımızı sağlamlaştırabilecek gücü ön plana çıkmaktadır.
Bugüne kadar siyasi söylemler geçmişi sorguladı veya geçmişi savundu. İdeolojik olarak da pratik olarak da bunlar yitirilen eski hakların geri alınmasını veya artık olmayan hakları madun olanlara verme üzerine kurulu bir bakışı savunmaktalar, geçmiş ile ilgilenmekteler. Siyaset geriye dönük işlediği zaman ise, içlerinden en yenisi hangisiyse, o daha öne çıkmakta; yani dünyanın her yerinde bazı “söylem modaları” oluşmakta. Mesela, günümüzde aşırı sağın ve uluslararası bir aşırı sağ dayanışmasının “moda” gibi öne çıktığını gözlemlemekteyiz. Solun ise her yerde zayıfladığı da söz konusu olmakta; yeni dinamiklerin ortaya çıkmasına kadar bu sürecin içinden geçilmekte olunduğunu takip etmekteyiz.
Günümüz sorunları arsında en çok konuşulan konulardan biri Batı’da “İslami terör korkusu” ve İslam ağırlıklı toplumlarda ise, Batının İslam korkusuna karşı “köktendincilik korkusu” yer almakta. Bu ikili karşıtlık uluslararası alanda işler gibi durmakta. Avrupa’dan Orta Doğu’ya ve Balkanlardan Kafkaslara kadar bu süreç yaşanmakta. İkili karşıtlık üzerinden gelişen süreçten çıkmanın zamanı, herhalde, gelmiştir; çünkü ikili karşıtlıkların en rahatsız edici yanı kimlik siyasetinin aşırı bir şekilde katılaşmaya başlamasıdır. Kimlikler her zaman yapay oldular, sonradan verildiler. Arı bir kimlik olmadığı gibi kimlikler ister biyolojik ister siyasi olsun iki durumda da kültürleştirilmekte ve ırkçı bir hale girmektedir. Kullanılan dil her zaman diğerlerini sollamakta ve egemenlik performatif bir dil eylemine dönüşmektedir. Ana dili öne çıkarmaktadır ki, bütün dil teorileri bize dilin ana dil gibi arı bir dile bağlı olmadığını, her zaman J. Derrida’nın iddiasında olduğu gibi aynı zamanda bir “baba dili” olduğunu göstermektedir. Her insan zaten kendisinde bir yabancı öğe bulundurmaktadır (ipseité, ikili aynılık, ikili kendilik). Bunu sosyolojinin kurucusu olan E. Durkheim bile ileri sürmekteydi. Konuştuğu dilin kendisine ait olmadığını ve sosyolojinin sayesinde bu dilin kendisine verildiğini ve içselleştirildiğini yazmıştı. Buna J. Derrida, “Kanunun vermiş olduğu tekdillilik” adını vermiştir. Tekdilli kişiye dışarıdan verilen bir dildir.
Bugün nereye doğru bakarsak soruyu geçmişe ait olarak değil de geleceğe ait olarak sorabiliriz? Geçmişin verdiği ağırlıktan kurtulmanın yolu “belleği bir anamnez” olarak geriye atmak değildir; ama bilinçdışında kalan anılar ve hatıralar üzerinden gelişmesinin de dışına çıkmayı arzulamaktadır. G. Deleuze ve F. Guattari’nin yazdıkları gibi: “bilinçdışınızı üretiniz” üzerinden düşünmek bir çıkış olabilir. Geçmiş değil, şimdiki zamandan geleceğe dönmek ilginç olan yöne bakmaktır.
Mesela yukarıda adını anmış olduğum Jürgen Habermas hala modernliğin ve Aydınlanmanın içinde olmuş olduğumuzu ileri sürdüğü yazılarında, yine de bir adım atarak Kant’ın ikinci sorusunu, yani “pratik aklı” değil ama “iletişimsel aklı” öne sürmekteydi, 20.yüzyılın sonlarında. Bir adım ileri atmıştı, ama iletişimin bu kadar “sosyal medya” haline dönebileceğini ön görmemişti. İletişim bombardımanında olduğumuzu fark eden Gilles Deleuze oldu. O bakımdan, iletişime karşı hep yaratıcılığı öne sürmekteydi.
Bugün ise soruların arasında ikili karşıtlıkları geride bırakarak Aydınlanmanın “minör çizgileri” ön plana çıkartılabilir. Kant’ın bir minör metninden çıkan Aydınlanma nedir? sorusu ile M. de Sade’ın “Cumhuriyetçi olmak için bir çaba daha” soruları yeraltı Aydınlanmasının bize bıraktığı noktalardır. İkisine birden ihtiyaç duyulabilir. M. Foucault bu nedenden dolayı Kant’ın “Aydınlanma nedir?” adlı minör metnini, yapmış olduğu derslerde ve araştırmalarda birden çok şekilde ele aldı. Ben de “Aydınlanma nedir?” başlığının altında “Minör Politika II” alt başlığıyla yaptığım 2017 yılı derslerimden oluşan kitabımda (Doğu Batı Yayınları 2021) bu sorunu tekrar ele almıştım. Bugün aynı soruyu sormaya devam etmekteyim.
İkili karşıtlık ve geriye dönük bakış ya nostaljik resmi tarih ya da tarihi baştan yazan bir bakışın ürünü olmakta. Bu ikisinin de ideolojik olmamasının pek mümkün olmadığının farkında olabiliriz; çünkü son 30 yıllık bir süreçte hem Fransız devrimi üzerine yazılanlardan sonra 1970’lerin sonunda Yeni Tarih araştırmalarıyla Fransız devrimi eleştirileri olsun (F. Furet) veya hem de “Bellek Yerleri” tarih çalışmaları olsun (P. Nora) hep ideolojik olanın öne çıkmak zorunda kalındığını izledik. “Yansız tarih yoktur!” denilebilir. Bu, tarih araştırmalarının yok olması ve artık yapılmaması demek değildir; elbette bunlar yapılmalıdır. Ne resmi tarih ne de katı bir ideolojik tarih; ama olgular ile değerler arasındaki dengeyi sağlayabilecek bir tarih anlayışı belki de yarına bakışımıza anlam verebilecektir (tarihin karşılıklı olarak grup çalışmalarına doğru yönelmesi). Yanlış tarih değil, olan ile olanların değerlendirilmesi arasındaki dengenin kurulması sanki daha ilginç olmayacak mıdır? Herkesin kendisini eleştirdiği bir anlayış. Freud 1930’da insanlık barbarlığa doğru yol almaktayken yıkıcı itkilere karşı çareyi “medeniyete dönüşte” aramıştı. Medeniyet bu anlamda “aydınlanmış insanın” dini değerlerle “laiklik” içinde yaşadığı bir dünya anlamına gelmekteydi.
O halde, ne bir taraftan ne de diğer taraftan değil, ikisinin arasından kayıp geçen bir bakışın ilginç bir teorik bakışı ortaya koyacağını umabilir miyiz? Belleğin her zaman şimdiki zamanın belleği olarak durmakta olduğunu varsayarsak, ummak arzusunda olduğumuz vaziyeti yaratmak ve koşullarını düzenlemek imkânı doğar mı? Gelecek her zaman uzun sürecek belki, ama uzun da sürse bunu denemek ilginç olmaz mıydı?