"Yazar, yazdıklarının ne sahibidir ne de metinlerinden sorumludur, onların ne üreticisi ne de kaşifidir."
Michel Foucault
Ülkemizde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki ana akımın işlemiş olduğunu edebiyat alanında öne sürmek belki de mümkün olacaktır. Tabii bu şematik bir şekle girecektir böyle bakıldığında. O yüzden burada küçük bir makalede bütün bunları tek tek saymak zor olacaktır. Affınıza sığınırım! Her yazarın bir bakışı, üslubu, yazı yazma biçimi vardır elbette; ancak sesli bir dilin yazıya doğru dönmesindeki sorunları daha en baştan yaşayan bir edebiyatın var olduğunu da 19. yüzyıl sonlarının yazarlarında değil sadece, ama 1928 sonrası yazılan yazılarda ve romanlarda da görmekteyiz. Sesli harflerin sorunları bir bakıma nasıl yazılması gerektiğine dair birçok tartışmayı başlatmıştı zaten.
Bu şekilde belki de iki çizgiyi açmaya başlayabilirim: İlki, edebiyatın yapısının toplumsal olarak belirlendiğini görebiliriz. Toplumsal yapı ile edebiyat arasında kurulan bu çerçeveyle birlikte, yazılı eserin sosyolojik veya "monden" bir okumaya tabi tutulması. İkincisi ise, tarihi edebiyat ile birleştirerek bir tezi öne sürmek ve edebiyatı yazı olarak bir ideolojinin içine yerleştirmek. Siyasi bir alet olarak edebiyatı kullanmak her cenahtan edebiyatçıların yaptığıdır.
Ancak, modern edebiyatın içinde gelişen ve bu iki çizginin dışına çıkan başka bir modernlik söz konusu olarak gözükmektedir ki, bu tam da dilin "bir varlık" olarak kabul edilmesidir. Dilin, kendisini ve kendi gerçekliğinin derinliğini ortaya koyan bir alet olarak kullanılmaya başlamasıdır. Burada hemen fark edileceği, yazış tarzımın da altını çizmekte olduğu gibi bir alet olarak dilin kendisi kendi etrafında döner. Dil varlığı en derinlerde yatan bir varlığı kendi kelimelerinin içinde bulmaya çalışır. Kelimelerin ilk dönemlerine doğru yaptığı düşünsel yolculukla birlikte, dilin kullandığı kelimelerin ardındaki anlamlar birbirlerini takip eder. Burada ilginç olan, geriye bastırılmış bir bilinçdışını değil, tersine bilinçdışının kendisinin psikolojik olmaktan çok daha fazla dile ve dilin varlığının kendi gerçeğini aramasına bağlı olarak işlemekte olduğudur. Dil kendi gerçeğini aramaktadır; yazardan da bu anlamda bağımsızlaşan bir edebiyatın olduğunu söyleyebiliriz. Dilin yasak aşan bir tavrını burada görebiliriz.
Edebiyatçı veya sanatçı sadece bir anlatıda bulunan biri olmaktan çıkar. Yazdığından ve gösterdiğinden bağımsızlaşmaya başlayan modern edebiyat "yüce" olarak işler. Soyutlaşan bir dilin, Kant'ın kavramı olan yüce ile ilişkisinin kaçınılmaz varlığı edebiyatı ve sanatı sarıp sarmalamaktadır. Edebiyatçı roman yazarı modern edebiyatta kendi yazdıklarının bilinçdışından gelen köklere doğru giderek kendisini aramakta olduğu belki de psikanalizin bir verisidir; ancak psikanalizin edebiyat alanında Freud sonrası ve Lacan ile başlayan "dilin yapılanması" olarak bilinçdışının nasıl işlemekte olduğunu bize göstermesi bizi başka türlü düşünmeye doğru iter. Eğer "bilinçdışı bir dil gibi (sağlamlaşmakta) yapılanmaktaysa", o halde otomatik bir şekilde dil kendisini, kendi arayışı içinde ele vermekten başka bir eylemde bulunmamaktadır.
Modern edebiyat yukarıda çizmiş olduğumuz ikiliğin dışında bir yerde durmaktan başka bir şey yapmamıştır. Yazar yazdığından sorumlu değildir; dilinden sorumludur. Modern edebiyat üsluba veya sözdizimine değil, retorik sonrası ve metafor sonrası bir anlatıya doğru gitmiştir. Bir şeyi temsil etmez. Yazarın yasak aşma veya ihlal etme işlemi kendisinden bağımsız bir şekilde dilin kendisini bir varlık olarak arayışa sokmasının sorumluluğundan öteye gidemez. Edebiyat bir konuyu değil, bir yazma biçimine bağlı olarak işler ve kendisini ortaya koyan dilin peşinden gider.
O bakımdan, sosyolojik ve tarihi angaje sanatın dışında üçüncü olarak tasnif ettiğim sanat (soyutlanan resimden başlayarak gelişen sanatların yüce ile ilişkisi) ve edebiyat (roman veya şiir) ne ideolojik tezler ne de toplumsal tasvirlerin ve insanların sınıfsal veya statü farklarını gösterir; tersine bir işlemi ortaya koyar: Bir fikri savunmaz, bir yere angaje bir şekilde durmaz. Sartre'ın angaje olarak öne sürdüğü edebiyatın epeyi dışında durmaktadır.
Yazı ve sanat kendi gerçeğini arayan çeşitli dillerdeki arayışın içinden geçerek kendi kökenlerini bulmaya çalışır. Modern edebiyat bir dil varlığının kendi üzerine dönen araştırmasıdır. Yazar yazdıklarının sorumluluğunun dışındadır; çünkü bu yazı eylemi, kelimelerin kendi tuhaflıklarının ve yabancılıklarının araştırmasından geçmektedir. Modernlik çağında edebiyat "kendine dönerek" dili arayışa sokar. Ne konu ne de benzerlik taşıyan karakterlerin kurgusunun gerçekliği kalmıştır. Dil kendi arayışında kendi gerçeğinden başka bir gerçeğe ulaşmaya çalışmamaktadır.
O anlamda, modern edebiyatta okuyucu yazarları değil metinlerin kendi içindeki cümleler, kelimeler ve önermelerin içinden dili sorgulayabilir ancak; okuyucu bu dilin peşinden koşmaktan başka bir şey yapmayacaktır. Dil o bakımdan sadece kendi gücünde hareket eder ve dil kendi gerçeğini açıkça çıplaklaştırmak istencindedir.
Böylece, modern edebiyat ahlaka veya toplumsal ve tarihi gerçekliğe bakmaktan çok yazı deneylerinin sınırlarının zorlanmasına doğru yönelmektedir. Edebiyatı bir kenara bırakmaya ve yazarların kendi dilleriyle hesaplaşmalarına izin verilmelidir. Hayatın formu dil varlığında kendisini belirlemekten başka bir şey yapmaz. Yazarın deneyimi ise sadece kendisini bağlamaktadır; dilinin sınırlarına doğru gitmesi bu edebiyatın veya sanatın sorunundan başka bir şey değildir. Her şey yerli yerinde gibidir; ama belki de bunu görebilmek bazılarına zor mu gelmektedir ki, bunlar edebiyattan ideolojik çıkarımlara yaslanmak istemektedirler.
Böylece, düşünebiliriz ki, bu üçüncü çizgide yer alan sanat ve edebiyat dilin kendi içindeki "geçişliliğine" dokunmak istemektedir. Bu, bir formalizm olmaktan çok uzak olarak kabul edildiğinde ancak, belki de dil kendinden başka bir endişe duymaz; çünkü dil kendi içinden geçerek yarattığında kendi yaşam deneyiminin parçasını da buraya eklemektedir. Birisinin yazdığı gibi bu dil matematik işaretler gibi işlemekten başka bir şey yapmaz; halbuki bilim için matematik her şey değil midir? Böylelikle de sanat ve edebiyat benzemekten de temsil etmekten de kurtulmaktadır; dil şeyleri ve olayları değil, onların aralarındaki güç ilişkilerini ortaya koymaktadır.
Günümüzdeki sanat ve edebiyata biraz daha nefes vermek gerekmez mi?
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |