Bugün, dünyada “muhafazakâr sağ” ideoloji moda oldu; bu ideoloji belli sınıf fraksiyonlarına çekici gelmekte. Sağ muhafazakârlık arzulanan bir şeye dönüştü, hatta solun milliyetçi kesimi de bu arzuya sahip olmaya başladı. İlerlemeci, sosyal devletten ve hukuk devletinden yana olan sol söylemin yerini muhafazakâr sağ mı almaktadır? Daha 1980’li yılların başlarında Guy Sorman “Amerikan Muhafazakâr Devrimi” adlı kitabında (1983); başkaldırmaya karşı muhafazakâr gençleri, feminizme karşı olan kadınların varlığını, vergi vermeye karşı olan yeni bir halkı, kapitalizmi savunan sağcı entelektüelleri, işçi sendikalarının meşruiyet krizini anlatmaya ve bu sorunlardan söz etmeye başlamıştı bile. Bazı entelektüeller, bilhassa Fransa’da 1980’li yıllarda, neo-liberal ekonominin büyümesinin etkisiyle Marksizmi terk edip liberalizme kaydı. 1980’lerin başında, Refah-Devleti modeline karşı pozisyon almaya başlayıp, neo-liberal bir ekonomi-politikaya yönelen Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere ile aynı zamanda hükümet politikalarını başlatan Fransa, Monroy hükümetiyle, Anglo-Sakson dünyanın tersine, sosyal devlet politikasıyla yönetmeye başladı. Ama, hemen birkaç yılda, Fransa’da da Fabius hükümetiyle ekonomik işletmecilikle, liberalizme yüzünü çevirdi.
1980’li yıllarda başlayan bu muhafazakâr hareket (Anglo-Sakson dünyası) ile Avrupa Birliği’nin (Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne) politik yapılanması (bilhassa Fransa-Almanya ekseni) aynı döneme denk düşer Fransa’da, Mitterand’ın cumhurbaşkanlığı yıllarında, Sosyalistler seçimleri kaybettiğinde, hükümetin sağcıların (Chirac) yönetimine geçmesiyle, o zamanların meşhur politik kavramı “co-habitation” ortaya çıktı. Yani “siyasi olarak birlikte yaşama” zemini (sağ ve sol birlikte) kurulmaktaydı. Bu sıralarda, “artık sağ ve sol ayrımı ortadan kalkıyor” (siyasi liberalizm) söylemi oluşmaya başladı. Ve, ideolojilerin ve büyük anlatıların (post-modernlik) sonuna gelindiği popüler olmaya edilmeye başladı.
Neo-liberalizm ile sosyal devlet heterojenlik içerisinde birlikte yaşadı. 1990’lı yılların ikinci yarısına gelindiğinde İngiltere’de Blair döneminin İşçi Partisi politikalarıyla sosyal devlet modelinden uzaklaşılmaya başlandı. Anthony Giddens’ın teorik yapılandırmasıyla, o zamanlar “zorunluluk” olarak adlandırılan “Üçüncü Yol” sosyal demokrasiye dönüşü, karma ekonomiyi kurmaya çalıimakta güçlük çekmedi.
Bu süreçte Fransa sağa kayan seçmenlerin yurdu olmaya başlamıştı bile. Yukarıda belirttiğimiz gibi neo-liberal ekonominin işletmeci tavrı solun içine zaten sızmış bulunmaktaydı. Şirketlerde yeni bir işletme modeli kurulmuştu daha 1970’li yıllarda. İşletmeciler (managers) şirketlerin sahibi değil ama yöneticileriydi. Onların sözü geçmekteydi. Marx’ın analiz ettiği şekliyle özel mülkiyet sahipleri kapitalizmin ilk aşamalarında olduğu gibi özel mülkiyet sahibi olmaktan bu sıralarda çoktan uzaklaşmaya başlamışlardı bile. Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde fark etmiş olduğu bir şekilde, 19.yüzyıl sonunda kapitalizm başka bir modele evrilmeye başlamıştı. Ancak bu, düz-çizgisel bir şekilde işlemedi. Tarihi olaylar ve savaşlar, gidişatta zikzaklar oluşturdu. Sosyal devletin kurulması ve Keynesçi ekonomi-politikalar “savaş sonrası” dünyanın yeniden yapılanmasında büyük rol oynadı. Ve meşhur “otuz yıllık zafer” yılları yaşandı: Tam istihdam ve sanayileşmenin ve de tüketimin ekonomiyi tamamen ele geçirip döndürmesini sağlayan tam otuz yıllık bir Refah-Devleti. Solun yükselişi, Vietnam Savaşı ve sendikalaşmanın gelişmesi nedeniyle, dünya ekonomisinde sermayenin ulus-aşırı kanadının hegemonyası baş göstermeye başladı. Ve sermaye yükselen solun neden olduğu bu gidişata dur dedi.
1980’li yılların neo-liberalizmi işçi sınıfının üzerine giderek, artı-değeri mutlaktan göreli hale sokmaya başlayarak (teknolojinin yükselmesi) hem sektörleri paylaştırmaya başladı hem de küresel kapitalizmin ilk işaretlerini vermeye başladı. 1973-74 petrol krizinden ulus-aşırı sermayeye giden bu yol “otuz yıllık zaferin sonuna” gelindiğinin habercisi oldu.
Önce, 1990’ların başlarında, Alain de Benoit’nın teorik öncülüğünü yaptığı “yeni sağ” adı altında bir oluşum ortaya çıktı. Artık deri rengi ayrımcılığı ve kafatasçılık olarak vuku bulan ırkçılık bir kenara bırakılmaktaydı ve bunun yerine “beyaz kültür egemenliği” savunulmaktaydı. Batılı olmayan insanların kültürü aşağı kültür olarak adlandırılıyordu. Kültürel ırkçılık öne çıkarıldı (E. Said bu sırada Kültür ve Emperyalizm kitabını (1993) yayımladı).
Bugüne baktığımızdaysa, 2013 yılında “Herkes İçin Yürüyüş” (37 cemiyetin birleştiği ve sadece bu hareket için kurulmuş olduğu sonradan ortaya çıkan Katolik dindar cemiyetler hareketi) adı altında eşcinsel evliliğine, tek ebeveynli aileye ve de eşcinsellerin çocuk evlat edinme gibi yaşam politikalarına karşı çıkan sağcıların kendilerini gösterdiklerini görüyoruz. Liderinlerden biri olan Frigide Barjot (sanki Brigitte Bardot gibi okunmakta), Fransa’daki bu büyük yürüyüşte, sağın muhafazakâr değerlerinin kitlesel olarak altının çizilmekte olduğunu bize göstermeye başlamıştı. Sağ entelektüeller ve filozoflar adı altında başlayan bu hareket, muhafazakâr-milliyetçi değerleri ve yaşam biçimini muhafazakâr bir alana doğru çekmekteydi. Eşcinsel evliliğine ve Sosyalist Parti hükümetine karşı yapılan gösteriler Fransız Hıristiyan sağın aile değerleriyle kendisini göstermekteydi. 2013 hareketinde sağ ve aşırı sağ birlikte hareket etmekteydi.
Bu çizgi içinde iki kanat ortaya çıkmaya başladı. Toplumsal alanda azınlık veya kimlik politikaları olarak adlandırılan hareketlerin ortaya çıkmasıyla sol bir değişim geçirmekteydi: Sınıf analizlerinden; ırk, sınıf, cinsel kimlik, azınlık kimliği analizlerine geçildi. Sağ ise eski dünya değerleriyle bütünleşen bir zihniyeti modern hale sokmaya çalışmaktaydı.
Bugünse sağ yeni ideolojisini aramakta ve entelektüel bir biçim almaya çalışan sağ olarak edebiyata bakmakta: Dostoyevski, Nietzsche, Houllebecq, Dantec vb. Bu yeni sağ, edebiyatla ilgilenmekte ve insanın karmaşık bir varlık olduğunu, ne sosyal ne de normlara bağlı biri olabildiğini vurgulamakta.
Marjinalliğin bu anlamda insanın doğasında var olduğunu ileri sürmekte. Bu nedenle de 1960’ların ve 70’lerin Fransız sol edebiyatından (Foucault, Deleuze, Barthes, Sollers, Derrida vb.) beslendiği leri sürülebilir. Değerleri “otuz yıllık zafer” yıllarının değerlerine doğru çekmek yerine eski muhafazakâr toplumsal normlarını ve değerleri savunmaya başladılar: Aile emek ve vatan. “Sarı Yeleklilere” doğru giden hareket bu uzun yolun çizgisi olarak karşımızda durmaktadır. Bugün azınlıkların yaşam biçiminde özgürlükçü olan ve eski ekonomik değerleri savunmak isteyen anti-liberal bir sol ile toplumsal normları korumak isteyen, eski Hıristiyan aile değerlerini ve ekonomik olarak da neo-liberal ekonomiyi savunan (bireycilik ve özgürlük), vergilerin indirilmesi ve de bireyciliğin savunusu altında değerleri millîleştirmek isteyen bir sağ var önümüzde.
Bu değerler ve ekonomik-politikalar popülizmle harmanlanmış haliyle oy makinası haline getirilip, sahte haberlerle beslenerek günümüzün sosyal medyasını iyi kullanan bir orta alt sınıf sayesinde milli değerlere yaslanan bir sınıfsal fraksiyonlar ittifakı ortaya konulmakta. Ülkeden ülkeye göre; kimi zaman dini değerler, Hıristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık veya Budizm ön planda olmakta. Ancak söylemler ve değerler, hangi dinden olursa olsun, birbirlerini andırmaktalar. Yabancılara ve farklı din-mezhep mensuplarına hoşnutsuz, aile değerlerine bağlı, iş dünyasında etkin olan yeni bir zenginler sınıfı oluşturan politikalar ile popülist söylemlerin birleşmesi neo-liberal ekonomi politika ile normları bugün yan yana getirmekte.
Bunun yanında azınlık değerlerini savunan, yeni ekolojiyle bütünleşen, hayvan ve bitkilerin insanlardan ayrı tutulamayacağını ileri süren, yeni yaşam pratiklerine açık, kadının ezilmesi karşısında tepki veren, cinselliği tek eş ve cins (gender) cinsiyeti üzerine kurmayı düşünmeyen başka bir sol eğilim billurlaşmaya başlamakta. Bu iki grubun sınıfsal yapısı kayganlıklar ve müphem ilişkilerden oluşmakta. Sol, hala arta kalan bir işçi sınıfı fraksiyonun yanında, okumuşlara ve eğitimli insanlara yönelmeye başladı. Sağ veya aşırı-sağ ise, tersine, muhafazakâr aile değerlerine bağlı, dindarların “politik ideolojisine” bağlı kaldı. Kapanan, kimlikçi, dışa açılıma imkan vermeyen, eski normlarla yaşamaya çalışan, iç ve dış düşmanlara karşı birleşmek isteyen dindar bir politika sağ kanadın değerleri olarak göze çarpmakta. Bunun tersi olan, açılan, kimlik politikalarını terk etmeye meyillenen ve evrensel değerlere bağlı bir sol görüşle karşı karşıya gelmekteler.
Bu iki sosyal görüşün eklemlenmesi, yan yana gelmesi ve kesişmesi ise başka bir toplumsal hareketliliği doğurabilecek bir potansiyeli taşımaktadır. Kim bilir belki de Fransa’da geçen pazar günü ekolojistlerin sarı yeleklilerin bir kısmıyla kaynaşması bunun işaretlerini vermektedir.