Ali Akay

03 Eylül 2018

Medeniyet ve doğa

"insanı, bitkileri ve hayvanları yeniden düşünmek gerekecek ki, doğanın bize verdiği armağanı biz de karşı-armağan olarak ona yeniden verebilelim"

İki kavram arasında gidip gelinmekte: Kültür ve uygarlık. Ziya Gökalp sosyolojisinden beri Türkiye kendi medeni varlığını bu iki kavram olarak görmüş vaziyette. Tarihi olarak bu kelimelerin anlamları değişik göstergelere kaymış durumda. Bugün “yerli ve milli “ olarak anılan kültür söz konusu edilmekte; ama buradaki kültür sözcüğünün arkasında yatan, mesela, tarım anlamı unutulmuş vaziyette (son dönemlerde ayçiçeğinin yaşadığı sıkıntılar haberlerde okuduğumuz verilerden birisi veya toprak ekimindeki zorluklar aynı şekilde kültür kelimesinin verileri arasında). Geleneksel olarak Osmanlı’nın son döneminden beri Cumhuriyet rejiminde de arta kalmış kelimeler bizimle beraber yaşamakta ve evirilmekteler. Bu bakımdan “biz” diye adlandırılan, ne kadar homojen olduğu şüphe götüren bütünün içinde bir sentez uygarlığı oluşmuş. “Uygarlık”, “medeniyet” olarak iki kelimede bulmuşuz kendimizi. Bu ikisini aynı anlamda kullanmaktayız, ama aslında iki ayrı olgudan söz etmekte olduğumuzu pek düşünüyor muyuz ? Bunun farkında olup olmadığımızın bilincinde miyiz ?  Medeniyet şehirli olmaktan gelmekteydi. Arapçadan gelen bu kelime Medinelilere ait olarak düşünülmüştü. Şehir kültürüne ait olmak anlamında kullanılmış. Uygarlık ise  daha sonra şehirli olmaktan da çıkarak “ilerlemiş” anlamında kullanılmaya başlanmış (Uygur’dan gelmekte olduğu ileri sürülmekte). Yani, ilkellere nazaran ilerlemiş toplumlara “uygar” denilmeye başlanmış. Burada sömürge döneminin antropolojisinin rolü çok büyük herhalde; çünkü ilkel kabile ile sanayileşmiş toplum arasındaki uçurumu göstermekte.

Bizdeki göçebelere nazaran medeni olarak yerleşiklerin   ilerlemesi olarak düşünülmekte. Cemaatten topluma evrimle alakalı olarak kullanılmakta. Uygarlaşamamanın ürünü olduğu ileri sürülmekte. O yüzden de “daha hala bireyleşemediğimizi”  ileri sürenler bile var. Ama İkinci Dünya savaşı sonrasına gelindiğinde, bilhassa Antropolog Claude-Lévi Strauss’un anlatımında ilkel yerine “yaban” veya vahşi (sauvage) kelimesi kullanılmaya başlandığında, aradaki yüksek ve alçak hiyerarşisi silinmeye başlamıştır. Antropoloğa göre, yabanların doğadaki varlıklar üzerine kelime bilgisi medenilerden çok daha tikel ve bu nedenden dolayı da çoğalmakta; böylece de düşünme ve zihniyet biçimleri sosyolojinin genel bilgisinin aksine daha karmaşık. Ve medeniler, doğal varlıkları yabanlara nazaran daha genelleştirici bir şekilde adlandırmaktalar. Deleuze ve Guattari’nin “göçebebilim incelemesi” analizi ile de (1980 yılında yayımlanan Bin Yayla kitabı) vahşilikten çıkıp başka bir uygarlık olarak düşünülmektedir.

 Daha sonra ilkel yerine ilkler (premiers) kelimesi kullanılmıştır ve Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chrirac zamanında açılan “Antropoloji Müzesi,  “Quai Branly Müzesi için “ilkler” kelimesi ileri sürülmüştür. Burada ise tarihi olarak zaman hiyerarşisi ön plana çıkarılmaktadır. Kültür ise, genellikle, yerelliğin temsili olarak kullanılmakta; ancak bu iki kelime de zaman içinde birbirleriyle yer değiştirmiş durumdalar.

Medeniyet bir ülkenin  belirli bir zamanı için kullanılan bir kelimeyken daha sonra “Civilisation” evrensel bir kelime haline gelmiş. Fransa’da 14. Louis (1643-1715) zamanı için “Fransız sivilizasyonu” kullanılmakta, aynı Fransız toplumu denildiği gibi. Ama daha sonra sivilizasyon (bizdeki anlamıyla medeniyet) Avrupa “sanayi medeniyeti” olarak algılanmaya başlamıştır.  Ve burası, coğrafi olarak, hem Amerika kıtasının hem de Avrupa’nın Batısı ve Doğusu olarak düşünülmeye başlanmıştır.  Veya “nehirlerin uygarlığı” denildiğinde, mesela “Sarı nehir medeniyeti” Çin medeniyetine ait olarak düşünülerek kullanılmıştır. “Fırat ve Dicle”  Medeniyeti denildiğinde ise “Sümer ve Babil” medeniyetlerine gönderme yapılmaktadır. Medeniyet bir ilerleme ölçütü olmaktan çok, bu anlamlarında, belirli bir yaşamın ve teknolojinin ürünlerine verilen isimdir. Mısır medeniyeti deyince ise “Nil nehrinin” adı anılmaktadır. “Türk medeniyeti”, “Osmanlı medeniyeti” bu coğrafyanın adı olarak devam etmektedir. Aynı şekilde Avrupalıların “Türk” diye adlandırdıkları “Osmanlılardır” ve Osmanlı medeniyetinde, Osmanlı sarayı ile “Türkler” aynı  sayılmamaktadırlar. “Türk” Anadolu’da yaşayan köylülere verilen bir isim olarak durmaktadır. Cumhuriyet sonrasında “Köylü Milletin Efendisidir”  şiarı ile birlikte “Türklük” bir ilerleme anlamında kullanılmaya başlanmıştır.  Ve Türk kavimlerinin medeniliği tarihi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Veya Mavi Anadolu (Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Bedri Rahmi, Cengiz Bektaş, Halikarnas balıkçısı, Melih Cevdet Abay’ın şiirleri) grubunun “evrensel Anadolu kültürü”  bu anlamda kullanılmıştır.

Medeniyet kelimesinin içinde saklı yatan başka bir anlam daha ortaya çıkmıştır: Tarım medeniyeti. Tarihçi Arnold Toynbee’ye göre, “insanın başarısının arkasında meydan okuma” yatmaktadır. İnsan doğaya meydan okur (challenge) ve buna bir cevap bulur: Başarıyla karşısına çıkılan doğa  üzerinde hakimiyet kurulacak olan bir alandır. Bu doğaya karşı çıkan bir “medeniyetin” bulunmasıdır. 19.yüzyıldan kalma olan ve 20.yüzyılda uzun bir dönem  yerleşmiş bir modernleşme ve sanayileşme medeniyet anlayışını bulmaktayız. Ama, bu medeniyet veya bu tip bir kültür (burada ikisinin çoğu yerde aynı anlama geldiğini de hatırlamak durumundayız) doğaya meydan okuya okuya, doğayı gerçekten silmeye yeltenmiş gözükmekte; ancak bu sefer doğanın gazabı bizim yaşam biçimlerimizi sürdürmemizi tehlikeye atmaya başlamıştır.  İçinden çıkamadığımız bir girdaba bizi sürüklemektedir. İnsanın meydan okuması çölleri başka medeni bir hale çevirmeyi bilmiştir belki, ama doğayı da yok edecek bir safhaya da ulaşmıştır. Ama artık bu durumda medeni olan ile kır kültürü, kültürel olan ile kültürsüzlük birbirlerine karışmaya başlamış ve meydan okumanın rizikoları baş göstermeye başlamıştır. Coğrafyalara göre inşa edilen yerleşim bölgeleri evrenselleşmiş bir sanayi ürünü olmaya başladığında ise, iklim ve rüzgarları kale almayan bir zihniyet uzun zamanlardan beri her şeyi yapabileceğine kani olmaya başladığında doğayı “katletmeye” başlamıştır.

Tarım anlamına gelen medeniyetlerin yiyecekleri ayrı olarak durmaktadır tarihte: Buğday Avrupa medeniyetini, Pirinç Asya medeniyetini temsil etmekteyken; bugün “Postmodern durum” sonrasında,  J-F. Lyotard’ın da 1980’lerin ortasında vermiş olduğu örnek gibi, ayrı iklimler ve ayrı tarım kültürleri ve ayrı mutfaklar aynı iklime sığdırılmaya başlanmıştır. Yiyeceklerin mevsimleri birbirlerine girmiştir. Midelerimizin, nerdeyse genetik yapısına uyup uymadığını bilmediğimiz bir beslenme modeli ortaya çıkmaya başladığında yeni “dayanıksızlaşma (immunity) belirtileri” baş göstermektedir. İnsanı doğaya karşı verdiği savaşta doğanın çevresinden koparılan ürünlerin yeniden üretimi ve mevsimselliği ile ilgisi olmayan bir yaşam tarzı “evrensel medeniyeti” oluşturmaktadır.  Hayal gücü kuvvetli insanlık, teknolojik buluşlarıyla doğayı “zapturapta” almayı başarmış gözükmekte; ama bu duruma ne doğa ne de insan dayanabilecektir.

Kültür ve medeniyetin yükselme dönemlerinde, dünyanın her yerinde nüfus artışı değerli bir veri olarak kabul edilmekteydi; ama alçalma dönemlerinin müsebbibi de nüfus oldu. Büyüme hızının altında kaldığı vakit nüfus medeniyeti yaşanmaz hale getirmiştir. Tarihçilerin verilerine göre, 13.yüzyıldan önce Çin büyüyen ve teknolojik olarak gelişen bir toplum iken nüfusunun çoğalması yüzünden gerilemeye ve sonra da 20.yüzyılda “Üçüncü Dünya” ülkesi olarak kabul edilmeye başlanmıştı.  Tarihçilerin verilerine göre, yine, dünyada aynı anlamda kullanıldığı zaman medeniyet ve kültürlerin ekonomileri içe kapanma yaşadıklarında gerileme dönemlerine, açılma ve ekonomik özgürleşme dönemlerinde ise büyüme göstermişlerdir. Bu sayede lüks ekonomi tüketimi artmakta ve bu da sanatı ve kültürü özgürleştirerek yükseltmekte ve sanatı olduğu kadar ekonomiyi de paylaşıma açmaktadır. Medeniyet ve kültür bütün bu oluşumlarla birlikte yükselmekte ve  işleyebilmektedir   

Aslında, medeniyet ve kültürün yakın anlamları olduğunu ve bunun birbirlerine zıt veya hatta en iyisi ek olmaktan çok birlikte düşünüldüğünü anlamak için, doğayı ve onun karşısında insanı, bitkileri ve hayvanları yeniden düşünmek gerekecek ki, doğanın bize verdiği armağanı biz de karşı-armağan olarak ona yeniden verebilelim.