Ali Akay

23 Eylül 2020

İstanbul sonbaharda güzeldir

Bu sergilerin bana "sanata olan inancımın" dünyaya da bağlanabildiğine dair güç verdiğini söyleyebilirim

"Hayat sadece geriye doğru bakarak anlaşılabilir ama ancak ileriye dönük yaşanabilir."

S. Kierkegaard

 

İstanbul sonbahara güzel girdi. Yeni "müze" Arter ve hemen yanındaki 2002 yılında kurulan Dirimart Galeri’deki sergilerin kalitesi uluslararası bir düzeyde parlıyor. Arter, zaten ilk açılışındaki sergilerinden bu yana sergi izleyicilerine kendi özel perspektifini göstermekteydi. Türkiye çağdaş sanat tarihinin aysbergin altında duran eserlerini bir bir ortaya çıkarmakta. Arkada kalmış sanatçılar gün ışığına çıkmakta.

Arter’de bu sefer hem Eda Berkmen’ın küratörlüğündeki Alev Ebüzziya Siesbye'ın "Tekerrür" adlı sergisi, hem Melih Fereli’nin küratörlüğünde "görsel sesler" üzerine yapmış olduğu iki sergi, hem Selen Ansen’in küratörlüğünde Türkiye’de pek bilinmeyen, ancak Alman sanatı içinde saygın bir yeri olan KP Brehmer'in sergisi, ve hem de girişte yapılan Kevser Güler’in "Gökcisimleri" adlı sergileriyle Arter koleksiyonunu ve çizgisini sürdürmekte. Daha çok kadın sanatçının yer aldığı Arter sergilerinin küratörlerinin de çoğu kadınlardan oluşmuş durumda. Benzer bir şekilde Dirimart’ın da yöneticisi Ceren Erdem de kadın bir yönetici.

Dirimart Galeri’deki Sarkis’in "İsimsiz" adlı sergisi de sanatçının kadınlara doğru yönelmiş bakışıyla Aliye Berger’in Narmanlı Yurdu'ndaki yangını temsil ettiği resminden yola çıkarak yapılıyor. Sergide, Sarkis, İstanbullular için eylül ayının "acı hatırasını" bize düşündürtmekte… Çünkü yangın var: Alev alev yanan Narmanlı Yurdu'nu yakanlar var, saldırganlar var. Maniple edilen bir kalabalığın topluma verdiği büyük zarar, sanatçı Aliye Berger’in bakışından sergiye yansımakta. Sarkis’in vitraylarında takip edilebilecek bir dizi, Narmanlı Yurdu’nun yangınından Cadde-i Kebire’ye saldıranlara doğru yönelmekteyken bakışı, aynı zamanda sanat tarihinin en ünlü eserlerinden biri olan Munch’un "Çığlık" adlı eserini gündeme çağırmakta.

Sarkis’i bilenler bilir. Munch’un bu tablosunun sanatçı üzerinde bıraktığı etkiden, bunlar tabii, haberdardır. Bu sergide beyaz bir eldiveni giyecek olan izleyicilerin avuçlarından sembolik alevler saçılacaktır; fakat Covid-19 nedeniyle eldivenlerin bir elden diğer ele değiştirilmesinin imkansızlığında, bulunmuş olan bir teknolojik yenilikle izleyicinin, bu sefer, elinde dijital bir yangını temsil etmekte. Ateşin sıcaklığını olmasa da ateşin verdiği duyguyu paylaşıma sokan Sarkis’in sergisi duygularımıza tarihi ağırlık yüklemekte. Ama bu konunun gündeme gelmesi ise tarihin omuzlarından sorumluluğu hafifleterek, toplumsal alana doğru sallamakta: "19380- 20200" rakamlı neonlar doğum, neşe, hüzün ve anıyı yan yana getiriyor.

Sarkis’in değişik malzemelerle çalıştığını, video ile su üzerine suluboya yaptığını, vitraylarını, neon kullanımını, neonlarla tarihler yazığını, doğduğu sene ile güncel tarih arasında kurduğu paralelliği, ses bantlarını, fotogramları ve sesi kullanışını, insanlığın acısıyla güncel vaziyet arasında kurduğu dramatik ilişkilerin sessiz çığlığını duyurduğunu biliyoruz. Sömürge ve sonrası döneme ait Afrika, Okyanusya ve Asya dünyasına ait eserlerin üzerine eğilmesi de kendi Türkiye’ye bakışının uluslararası alana doğru açılmasını beraberinde getirmekte. Ayrıca sergide Sarkis ile berber gerçekleştirdiğimiz "Bir Kilometre Taşı" (Mart, 2005) sergisinde kullandığımız kütüphanesi ve içindeki Aby Warburg’un "Bellek Atlası" adlı buluşuna yapılan göndermenin kitabı (Bellek ve Sonsuz, Norgunk Yayınları) ve Sarkis’in kapak olduğu Doxa dergileri sergilenmekte. Kriegsschatz (savaş ganimeti) kelimesi uzun zamandan beri Sarkis’i takip etmekte.

2018 yılında İstanbul’da Pera Müzesi’nde "Sarkis ile Parajanov" sergisi kapsamında yapmış olduğu sergi unutulmazdı zaten. Bugün, bu sergiye Dirimart Galerisi sergisi eklemlenmekte. Sarkis sergilerinde tarihin en yaralı ve dramatik anlarına dikkat çekmekte zaten; burada ise Eylül ayları tarihi tekerrürlerinin acılarını yaşamakta olan İstanbul’un yok olmuş ADN’sine dokunmakta ve değişen nüfusun nasıl şehrin genetik karakterinden dışarıya taşındığının ilk hamlelerini hatırlatmakta bizlere. Bir de suyu eklemekte Sarkis son sergilerde. Suyun üzerine sulu boya gibi bardaktaki su da sergisinin malzemeleri arasında gösterilmekte. Su, hem bedenlerimizin bir parçası hem de ateşimizi dindirme yolu; ateşi söndürme aracı olarak sembolik olarak sergide önemli bir yer edinmekte. Ruhların uçuştuğu bir alan olarak sergide, gayri-maddi teknolojinin yarattığı alevlere suyun maddi teşekkülü birbirleriyle ikili bir ilişkiye sokulmakta.

Ateş ve su ile havanın toprak üzerindeki varlığı en eski Anadolu bilgelerine kadar taşınmakta ve düşünceyi sergiye çağırmakta. Eski Yunan bilgelerinin, yani Sokrates-öncesi düşünürlerin ateş üzerine olan tefekkürleri yaşayan bir element olarak ateşi düşüncenin içine taşımışlardı. Doğanın gizemi olarak bilinen sembolik olarak tanrılara ait bir element olarak ateş felsefe-öncesine aittir. O zamanlarda birbirlerinden ayrı tutulmayan bilim, düşünce ve dini öğelerin birlikteliğine yapılan bu gönderme, günümüzdeki ekolojik olan yangını bir eko-sistem ürünü olarak düşündürmekte bizlere. İklime ait "küresel ısınma" ile yanan ormanlar kadar insanların yaktığı doğa da İstanbul’un nüfus genetiğini değiştirmişti. Sarkis bize bu genetik oynamanın toplumsal tehlikelerinin bilimsel ve sanatsal bakışını taşımakta, bana kalırsa, sergiye.

Alev Ebüzziya Siesbye sergisinin adı ise "Tekerrür". Kierkegaard’ın Fransızcaya "Yeniden ele alma (La reprise)" olarak çevrilen, çünkü tekrardan çok bir ilişkinin yeniden ele alınmasını içeren bir noktaya dikkat çeken kitabın Türkçesi ise "Tekerrür" olan ve yeniden yaratıyı içeren kitabında yazdığı cümle dikkat çekicidir: "Sadece umutla yetinen biri ancak alçak, sadece yeniden hatırlamamakla yetinen biri ancak şehvet düşkünüdür, ama tekerrür ederek bir ilişkiyi yeniden ele alan insandır" şiarından yola çıkarak, sanatçı "tekrar" eden formların birbirlerine benzemez halini vermekte bizlere. Biz, insanlar olarak, hayatlarımızda zaten hep tekerrür etmekte değil miyiz? Psikanalist Jacques Lacan, tekrara ait bu harekete "kaybettiğimiz "küçük a"yı yeniden bulma çabamız olarak bakmaktaydı. Alev Ebüzziya Siesbye hiç unutmadan, her zaman seramik malzemesiyle sanatını yoğurmaktadır; ellerinin toprakla olan ilişkisi en doğal ilişki olarak kendi bedenini toprak ananın bedeniyle birleştirmekte. El ile insana doğru giden evrim sürecinde toprakta dikilen insanın (homo erectus) el ile entelekte doğru yönelmesi benzer hareketlerin tekrarıyla mümkün olmuştur. Çanaklarının formu kadar malzemeleri de "insan-toprak" ilişkininin bileşkesini bize göstermektedir. Burada torna yerine kıvrılma veya sarmal olarak adlandırılabilecek teknik, tekme çarklı eski bir metot olarak seramik (bugün elektronik tekerlek ile yüksek pişimli gözeneksiz seramiklerinin) yenilikçi tekniğiyle tarihin en eski sanatlarından biri olarak sürmekte. Bu tekniği sürdürmekte olan seramik sanatçısı Alev Ebüzziya Siesbye Anadolu tarihinin Greko-Romen seramik dünyasını devam ettirmekte ve Selçuklu-Osmanlı sanatından bugüne gelen bir geleneği çağdaşlaştırmakta. Sanatçı, 15. yüzyıl İznik seramiklerinin "Çin’i mavisi" rengini kara renge taşıdığında, bizi bugüne doğru bakmaya yöneltiyor; böylece içinde yaşamakta olduğumuz şehrin eko-sistemiyle killi toprağın ilişkisini bugüne getirmekte, güncelleştirmekte. Toprağını kaybetmeye başlayan bir şehir olarak İstanbul, sadece tarihindeki toprağın bereketini değil, aynı zamanda günümüz eko-sisteminin de kaybolmakta olduğunun habercisi. Siyah toprak, kara renk ise Alev Ebüzziya Siesbye’ın "karanlıklara doğru yüzünü çevirmiş olan" dünyamıza bir defa daha dönüp, belki de, karanlığın içinden geçen aydınlık gerçeği aramakta olduğunu hatırlatmakta bizlere. M.Ö II. yüzyılın "kabartmalı seramiklerine" karşın sanatçı Alev Ebüzziya Siesbye bize kaygan zeminlerle işlenmiş, dengesini kaybetmekle bulmak arasındaki (sanki boşlukta asılı durmaktalar) bir hareketin kırılganlığında eserlerini bize sunmakta. "Tekerrür" o bakımdan sadece Alev Ebüzziya Siesbye’in her zaman yapmakta olduğu jestleri bize geri getirmiyor, aynı zamanda tekrarın her zaman kendinde bir fark ile benzemezler yaratmakta olduğunun kanıtlarını da veriyor.

Arter sergilerinin içinden geçen enerjinin sessizliğinde, Melih Fereli, kendi sihriyle birlikte müzikle olan entelektüel bakışını estetik bir görsellikle birleştiriyor. David Tudor ve Composers Inside Electronics, Inc.’nin "Yağmur Ormanı V (Varyasyon 3") ve J. Beuys’dan Füsun Onur’a, Michael Snow’dan Osman Dinç’e giden bir sanatçı dizisinde "Dinleyen Gözler İçin" sergileri büyüleyici. Seyirciyi ritimlerle renklere doğru götüren duygu birliğini entelekte ve göze ait bir şekilde kurguluyor.

İstanbul, eylül ayında, pandemiyle boğuşmaktayken "nefes" alacak alanlar açılmakta. Daha birçok sergi yukarıdakilere eklenerek bu duyguyu daha çeşitlendirecek herhalde! Ben gördüğüm kadarıyla yetindim. Ama yukarıdaki sergilerin bana "sanata olan inancımın" dünyaya da bağlanabildiğine dair güç verdiğini söyleyebilirim.