Freud, 20. yüzyılın başında tarih boyunca insanın üç yara aldığını ileri sürmüştü. Birinci yarayı; Greko-romenlerin ve bilhassa M.S. 1. yüzyılda yaşayan coğrafyacı Ptolemee’nin (Batlamyus) enlem ve boylam hesaplamalarıyla ve daha önce Thales’in (M.Ö. 640-550) dünya merkezli anlayışıyla, evrenin merkezine yerleşen bir insan fikri gösterilmekteydi. Aristoteles fiziği ve bu fiziğin Orta Çağ Avrupa’sında bilhassa Katolik papazlar tarafından bir dogma olarak kabul edilen dünya merkezli bir görüşün değişmez bir bilim olarak sunulmasına karşın, Copernicus’un güneş merkezli düşüncesini büyü ile harmanlayarak bilimsel bir anlamda ileri süren Giordano Bruno yakılarak öldürülmüştü. Bu dönem, dünya merkezli olmayan bir fizik ile karşılaşılan dönemdi. Böylece, 17. yüzyıla insan düşüncesini merkezi olarak yerleştirmişti, ama dünya merkezde değildi artık. Dünya bu devrimden sonra artık kozmosun merkezinde olmaktan çok uzak bir şekilde bir uydu olarak güneş sisteminin içinde bulunmaktaydı. Bu insanın inancını sarsan ve gururunu kıran ilk olaydı, Freud’e göre.
İkincisi 19. yüzyıl içinde gerçekleşmişti. İnsan yeryüzünde tek ve asıl varlık olduğunun garantisi içinde yaşamaktayken Darwin’in teorisiyle, insanın evrim sonucu, mutasyonla değişim geçirerek, dönüşüp daha sonra insan haline geldiğini anladı. Yeni bir biyoloji düşüncesiyle karşı karşıya geldiğinde neye uğradığını şaşırdı.
İki milyon yıl evvel Afrika’da ortaya çıkan Homo erectus (Turkana çocuk), Endenozya’da Homo Hobit ile bir milyon yıl evvel Avrupa’da Heidelberg'de fosili bulunan ve maymun olarak kabul edilen, ama buna rağmen daha çok insana benzeyen, ama tam da insan olarak kabul edilemeyen Naenderthal alt-türünün, Lucie’nin keşfiyle daha büyük bir beyne sahip olan Homo Sapiens’in sürecini öğrendi insan varlığı. İklim değişimi (kuraklık) yüzünden bizim insana benzeyen halimize dönüştüğümüzü düşünüyoruz. Maymun türünden gelen bir evrim sürecinde Afrika’dan göç edenlerin Asya’da eski türlerden Homo erectus ile karşılaştıkları ve bu türle birleşip üredikleri tahmin edilmekte. DNA’larına bakıldığında, bu DNA’ların Asya’da yaşayan bazı halklarda hâlâ bulunduğunu duyduğumuzda neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Alman-Fransız ortak yapımı Arte Televizyonunda bir programda bunu izlediğimde, ben bile koltuğumda çakılı kaldım. Bu farklı evrimin içinden geçen genetik olarak ortaklıklar söz konusu. Nasıl yani? Değişik hümanoidler arasında evlenmeler ve birleşmelerle birlikte melezleşmiş türün DNA’larının bugünkü insanlarda hâlâ saklı durması bilim değil de sanki bir bilim-kurgu hikâyesi olarak durmakta değil midir? Hayır, bilim insanlarına göre, paleoantropologlar bunu bize bilimsel yollarla göstermekteler (Svate Päãbo, Leipzig Max Plank Enstitüsü genetik araştırmaları). Tuhaf bulmaya devam ettiğimi ifade edebilirim, hâlâ. Ama yarmamızın ikincisi bizim evrim tarihimizde durmakta (Arte, İnsanın Kökenleri Belgeseli 30 Aralık 2016). Yine iklim değişikliği içinde yaşamaya başladık. Şimdi, bugün nereye doğru evrimdeyiz?
Üçüncü yarayı, bu sefer Freud kendi buluşuna atfetmekte. İnsanın var olan, düşünen ve her şeyden şüphe duysa bile, düşündüğüne göre var olabildiğini kesinlik içinde ileri sürebilen bir varlık olarak kabul edilmesinden başka bir sürece evirilmekteydik. Freud ile birlikte bu görüş değişmeye başlıyordu. Bu nedenden dolayı da duyularına güvenmese bile, Tanrı’nın birleştiriciliği sayesinde var olduğunun kesinleştiğini ileri süren Descartes’in Kartezyen düşüncesinin içinde duran bilincin insanın önemli bir verisi olduğuna inanan 19. yüzyıl düşüncesi yara almaya başlayacaktı, tam da 20. yüzyıla girmekteyken. Hatta "bilinçlenmek", bilinçli bir emek sürecinde (çalışıp üretirken) "devrimcileşmek" üzerine kurulu düşüncelerin 20. yüzyılda sürmesine rağmen, Freud bize bir bilincimizin ötesi olduğunu göstermekteydi: Bilinçdışı. Freud bir yer olarak benliğimizin dışında başka bir topikten söz etmekteydi: İd.
Ancak 20. yüzyılın başında formüle edilen bilinçdışına kadim zamanlarındaki bakış daha çok büyü ve şeytanların gücü olarak anlaşılmaktaydı. Rönesans’ın ünlü düşünürü Giordano Bruno’nun "büyü" üzerine yazdığı kitapta, canlıların canlısı insanın kendi elinde olmayan hareketleri ve kabusları üzerine düşünürken, şeytanların dışarıdan insanın bilincinin içinde olmayan sesleri insanın içine aktarmakta olduğunu yazıyordu. Bu formüle göre, "şeytanın ne sese ne de mırıltıya ihtiyacı olduğunu" söylüyordu. Aslında, şeytanların "insanın içine dışarıdan gelerek", insanın kendisinin bilmediği şeyleri insanın içine sızarak, aktardıklarını yazmaktaydı. Bilincin bilmediklerini (ki bunlar akıl dışıdır genellikle) insanın içine dışarısından gelmekteydiler. Bu hayallere, aklın dışındakiler olarak bakılmaktaydı: Hayal dünyasındakilerin, bilincin dışından, insanın içine iletilmekte olduğu sanılıyordu. Buna karşı insanın, ancak bazı tekniklerle (oruç tutmak, namaz kılmak, yemeğe dikkat etmek, ruhunu Tanrı mertebesine ulaştırma gayretinde bulunmakla) ve tıbbın yardımıyla (bazı yemeklerden vazgeçmekle veya ilaçlarla) bunlardan kurtulabileceği düşünülmekteydi. 20. yüzyıl büyü-sonrası bilimsel dünyasında şeytan olarak tasvir edilenler artık dil sürçmeleri ve rüyalar şeklinde kendisini ortaya koymaya başlamıştı. Bilinçdışı böylece bilimsel olarak, Freud tarafından, dil ile ilişkili bir şekilde kavramsallaştırıldı.
Buradan yola çıkarak, başka bir filozof, Oxford Üniversitesinde Felsefe profesörü Luciano Floridi dördüncü bir devrim ile insanın gururunu kıran yarasının bir adım daha ilerlediğini ileri sürmekte. Bu, uzun zamandan beri içinde yaşamakta olduğumuz toplumsal duruma ait olarak teknoloji ve iletişim alanında yaşamakta olduğumuz bir durumu ortaya koymakta. Makinalar tarafından hesaplanan nicelik dolu verilerin (datalar) sunduğu baş döndürücü bilgi kesinleşmekte bugün. İnsanın toparlayamayacağından fazla bilgi verisinin hesaplanmasını niceliksel olarak ortaya koyan yapay zekâların dünyası, bir kez daha makinelerin insanlardan üstün bir zekâya sahip olabileceğini (en azından satranç şampiyonunu bile kolaylıkla yenebilecek bir yapay zekâ oyuncunun var olması) göstermekte. Filozof Floridi’ye göre bu "dördüncü devrim" sürecinde "insanın makinenin esiri" olabileceğinin bir işareti ortaya çıkmakta. Düşünen insan, her ne kadar ileri hamleleri makinalara nazaran daha iyi öngörmekte olsa bile Kartezyen insanın, verilerin ve istatistiklerin karmaşasının niceliksel hesapları karşısında aciz kalacağı ön görülebiliyor. Başında insana yardım olarak el uzatan yapay makinalar, gelmiş oldukları mükemmellik seviyesinde artık bir tehdit unsuru gibi gözükmeye başlıyor, bazıları için.
Alman filozof Martin Heidegger konferanslarından birinde bilimin ve teknolojinin "düşünmediğini" ileri sürmüştü. "Bilim düşünmez. Bilimin rolü düşünmek değil, keşif yapmak, ilerlemektir" diye yazıyordu. Hatta bir adım daha ileri giderek "bilimin ve teknolojinin soru bile sormadığını" sadece hesaplayabildiğini kabul ediyordu. Yani buluşların neye yarayacağının farkında olmayan makinasal buluşlar söz konusuydu.
Bir anlamda, Rönesans’tan 20. yüzyılın sonuna kadar sürdürülmekte olan bir düşünceyi devam ettirmekteydi: Rablais’nin kurgu eserinden, Gargantua’nın oğluna ilettiği sözünden günümüz sosyoloğu Edgar Morin’e kadar hep aynı şekilde "bilimin bilince ihtiyacı" olduğu vurgulanmakta: "Bilinçsiz bir bilim ruha yara verir".
Bu süreçte, evlerde izole olarak yaşayan ve dış temaslarını sanal dünyanın sunduğu imkanlarla yaşamı sürdürmekte olan bizler, bir bakıma, bu yeni teknolojiyle nefes almaktayız: Bilgisayarlar, wifi, sanal mektuplar, denetlenmek üzere indirilen uygulamalar vb. Üç boyutlu gerçeğimizi kendi kendimizin bedeninde, ellerimizde, kol ve bacaklarımızda görebiliyoruz; ama, ekranlar aracılığıyla buluştuğumuz kişilerle, yamyassı bir vaziyete girmiş ilişkileri yaşıyoruz. Kapımızı çalan biri varsa, bir şey getirmek için, onu canlı ve üç boyutuyla görmekteyken ve hatta sırtını döndüğünde önden göremediğimiz sırtını, dördüncü boyutunu da görmekte olduğumuz halde, diğerleriyle sanal dünyada yassılaşmaktayız. "Yamyassı olmak" tabiri burada, sanırım, tam oturuyor. Boyutlarımız mecazi bir anlamda değişmekte.
Tarihi olarak yaralar alan insanlığımızın hayvandan geldiğini öğrenmek, kozmosta merkezde olmadığımızı fark etmek, veya hatta bir bilinçdışımızın olduğunu öğrenmek bize yaralar vermiş olsa bile, bu buluşlar boyutlarımızı değiştirmemişti. Ama bugün eğer boyutlarımız şimdi olduğu gibi, bundan sonra da bu şekilde ilerleyen sanal bir dünyada iki boyutlu olarak kalacaksa o zaman ekranlarımızın üzerinde yamyassı olarak mı yaşayacağız?
Descartes’ın "Meditasyonlar"da hayal ettiği gibi, bedenden çıkarıp alınan "insan beyninin bir kavanoza konulması" sayesinde kesin ve "açık seçik" olarak dünyayı algılamaya çalışmamızın bile sonuna gelmekte olduğumuz söylenebilir mi? Zekâmız yapay makinelere teslim edilmişken wifi ile işleyecek olan dünyamızın bizi yamyassı etmesi pek istenecek bir hayat olmasa gerek?
Hatta kadim zamanlardaki yassı dünya bilgisini tekrar hatırlarsak (ve bugün tuhaf bir şekilde "dünyanın yassı" olduğuna hâlâ inananlar yok mu? Var!), bugünkü teknoloji bize bu eski anlayışı, gerçek olmasa bile, mecazi bir şekilde geri mi vermeye çalışmakta? Ve zaten biz, sadece DNA değiliz, aynı zamanda ekosistemde kültürümüzü de yaratmaktayız.