Gazete haberlerinde, Eskişehir Sivrihisar'da oturan ailelerin, çocuklarının (60 çocuk) Buhara köyünde tarikatlara ait yeni açılan ilkokula yollanmaları üzerine direnme gösterdikleri (boykot ettikleri) haberini okuduk. Oysa uzunca bir zamandan beri laik ve modernleşmiş bir ülkede eğitimin dini temeller üzerine odaklanması normal karşılanamayacak bir durumu ortaya koymakta. Çocuklarının tarikatlara karışıp, onların ideolojik güdümü altına girmesinden korkan birçok aile bu durumdan endişe etmekteler.
Yıllarca evvel 1970'li yıllarda Fransa'da, Paris VIII Üniversitesi'nde hoca olan eski bir tanıdığımın, rahmetli Fransız antropolog-mantıkçı Yves Lecerf'in (1932-1995) çocuklarını modern bir tarikata kaptırdığından dolayı, açtığı yıllarca süren davayı hatırlıyorum. Bu sefer olayın geçtiği bu yer Fransa'daydı. Hıristiyan tarikatlar çocuk yaşta ailelerin içinden kendilerine yetiştirecek yandaş arayışı içindeydiler. Yves Lecerf, bir de bu davayı anlatan kolektif bir kitap ve Paris VIII Üniversitesinde "20.yüzyıl Tarikatları" üzerine bir doktora tezi yazmıştı. Tanrı Tacirleri adlı kitap Belçika'da Melchior Biraderler (Üç Kutsal Kalp tarikatı) davasını konu olarak ele almıştı (daha sonra bu kardeşler çokuluslu bir şirketin (Pianto) başında çıktılar). Dava aslında, Belçika'da çok genç bir kıza tecavüz üzerine Mons Polisinin araştırmaları sonucunda görünür olarak ortaya çıktı Fransa'da Brunoy'da konumlanmış bir tarikat davası olarak tarihe geçti. Kendisine "Papa Johanna"adını vermiş olan Roger adlı şahıs ve kardeşleri, yani kendisine "Tanrı veznedarı" diyen kimyager André ve de üçüncü kardeş Victor hep birlikte tarikatın kurucularıdır (Melchior kardeşler ve çoğunluğu kadınlardan kurulu bir cemaat). Bunlara eklenen ve çocuklarıyla tarikata katılan davacı Yves Lecef'in karısı İsabelle Westphaldir. Yıllarca süren davada Lecerf çocuklarını tarikatın ve eski karısının elinden kurtarmaya çalıştı. Bireysel hikayesinden dolayı davaya sadece Yves Lecerf değil, Belçika'daki tarikat-karşıtı sivil örgütler de karşıtılar ve üç kardeşin cezalandırılması için hukuken girişimde bulundular. Sonuçta "hokkabazlık davası" gibi görünen bir dava içinde çokuluslu bir şirketin milyonları çıktı. Anlaşılan tecavüz davasının 1975 yılında sonuçlanmasına yakın bir zamanda Lüksemburg'da bir şirket kuran kardeşler para işini iyice büyütmüşlerdi. Kurdukları holding (Jamar SAH) yıllarca çalışmış ve paralar kazanmıştı. Buna ikinci bir holding daha (sahte bilimsel ecza şirketleri ve emlakçılık) eklenmişti (Yossef SAH).
Kolektif bir eser olan Tanrı Tacirleri adlı kitaba, ünlü Hıristiyan sosyolog Michel De Certeau da bir yazıyla katkı sağlamaktaydı. Fransa'da Robert Jaulin ile birlikte etnometodoloji adlı dalın temsilcilerinden olan Yves Lecerf bilimin gerçek konuları analiz eden bir dal olduğunu ileri sürmekteydi. Buna göre, gerçek olaylara ait aletlerin toplanması ve birleştirilmesi bilim insanının amacıdır. Bu aletlerin kimisi gerçek aletlerdir( makinalar, analiz ölçümleri) kimisi ise soyut aletlerdir (rasyonellik taşıyan fikirler, yöntem, algoritmik ve matematiksel nesneler). Bunlar gerçek olaylarla birlikte analiz edilmelidir. Bu aletlerin incelenmesinde değişik yerlerdeki araştırmacılar arasında iletişimsel bir ağ kurulması sayesinde verilerin gerçek olaylarla harmanlanmasının sağlanması bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Değişik bilim toplulukları arasındaki yöntem ve analiz biçimleri arasında kurulacak ağlarda test etme imkanları sağlamak etnometodolojik bir yöntem olarak işlemektedir. Her türlü bilgi baştan bilinen bilgi olmaktan çok süreç zarfında ortaya çıkacağından, sürecin incelenmesi bir anlamda James'in pragmatizmindeki gibidir: Olan değil de olmakta olanın analizini içermektedir.
Araştırmada Tanrı sembolleriyle işlemekte olduğundan dolayı mesaj; herhangi bir sekansta, herhangi bir cümlede, herhangi bir enformasyonu herhangi bir dilde taşıdığında söylentiler ortaya çıkmaktadır. Bir topluluğun yayacağı herhangi bir mesaj, bunun yayılma hızına göre belirlenecektir. Bu grubun doğasına göre etki veya etkisizlik kuvvetlenecek veya zayıflayacaktır. Yayılan zaman zarfı söylentilerin gelişmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Etkiler siyasi ve hatta iktidara ait olduğunda yayılma gücü daha da kuvvetlenecektir.
İlahiyat da, bilim gibi, evrensellik iddiasında işlemektedir. Ama bilim ilahiyat değildir. Okullara giden çocuklara bilim ve ilahiyat öğretimi verilebilecektir; ama bu öğreti, ikisinin ayrı olduğu gerçeğinin içinde bir anlam kazanabilecektir. Bu, ancak analitik bir süreçte ortaya çıkabilir. Burada önemli gibi gözüken ise, ilahiyatın doktorlarının bilgisi ile "kulaktan duyma" ilahiyat bilgisi arsındaki büyük uçurum olacaktır. İlahi söylemi ile ilahiyat üzerine kalifiye olduklarını iddia edenlerin arasındaki büyük fark, burada, kendisini göstermektedir.
Tanrı'nın olumlu karakteri ve varlığı üzerine eski Yunan'da geliştirilen katafatik bilgi Tanrı'nın pozitif terimlerle anlatılmasıdır. Diğer yandan apofatik bilgi, Tanrı'nın negatif karakteri üzerine odaklanmaktadır; ve, daha sonra düşünce tarihinde negatif ilahiyat olarak gelişecek olan bilgi türüne aittir. Hıristiyan dünyasında Tanrı karakterleri ve tanınırlığı üzerine, tarihi olarak ileri sürülen onca düşünce tartışmaları Batı'da da Doğu'da da "düşünce tarihinin" parçasıdır. Felsefe ve ilahiyat arasındaki ayrılık iman ve bilgi ayrımı üzerinden okunmaktadır. Ve, bunların geçişliliği veya ayrılığı önemli bir düşünce konusu olarak sürdürülmüştür. Ancak; bu süreç zarfında, eski Yunan'dan gelen terimler Batı ilahiyat ve düşünce tarihinde, Orta Çağ'dan modern dönemlere kadar sürmüştür. 17.yüzyıl, burada, modernleşme açısından yeni bir sınırın başlangıcıdır ve 19. yüzyıl sonunda Nietzsche'ye ve oradan Freud'a gelene kadar "Tanrı'nın ölümü" teması düşünceyi sekülerleşme yoluna sokmuştur.
Buradaki temel anlardan biri John Locke'un "Hoşgörü Üzerine Mektubu" olmuştur. Bu açıdan bakıldığında "inanç ve inançsızlık özgürlüğü" kamusal alanda birlikte yaşama imkanlarını sunmaya ve savunmaya başlamıştır. Siyasi liberalizmin ilk ilkeleri arasında sayılan, sivil bir toplumda her bireyin din veya dinsizlik özgürlüğü arasındaki dengenin kurulması evrensel insanlık tarihi için önemli bir başlangıç olarak kabul edilmektedir. İnsanların fikirlere ve/veya dogmalara inanç özgürlüğü hoşgörünün temelidir. Özel bir alana ait olan dini inanç özgürlüğünün kamusal alandaki yerinin belli olmaya başlaması, içinde yaşadığımız bugüne göre, bu kadar eskilere dayanmaktadır; çünkü bu ilkelere göre hiç bir siyasi güç bireyin inanç özgürlüğüne dokunmamalıdır. Locke için hoşgörü sadece ateistlere değil, aynı zamanda dindarlara de tanınmalıdır. 1666'da Hoşgörü Üzerine Deneme adlı çalışmasında Locke, hoşgörünün siyasi hükümetler tarafından kaçınılmaz bir şekilde, toplum normlarına uyumlu olmayanlara (Devlet Anglikanizmine uymayanlara) karşı gösterilmesi gereken bir görev olduğunu ileri sürmüştür. Locke; ilk olarak 1690'da ve 1735 ‘te Fransızca çevirisi Amsterdam'da yayımlanan İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme'nin anlaşılması koşulları arasında saydığı, görmediğine inanmayan ateistlerin de, inanan dindarların da hiç bir hukuki güç tarafından yargılanamayacağıdır. Kendi dönemi içinde yaşayan Locke'un Amerika'daki sömürgeye bakışı (iki sömürgeci şirkette hisse sahibidir) ile liberal özgürlüğe bakışı arasındaki fark da yaşadığı dönemdeki iktidarın tavırlarından kaynaklanmaktadır (1672'de, 2. Charles hükümetinin, İngiltere'deki Püriten ve Katolik muhaliflere karşı hoşgörüyü başlattığı dönemdir). Hemen ardından, 18. yüzyılda "Fransız Aydınlanması" özgülüğe doğru dönen ve köleciliğe karşı oluşan düşüncelerle İngiltere'yi takip edecektir.
Bugün, bir anlamda, hala bu dünyanın içindeyiz (her ne kadar insan merkezli bir düşünce içinde olmaktan çıkmaya başlamış olsak bile). Ama hangi koşulları tekrar ederek yeniden hala yaşamaya devam edebiliyoruz? Tuhaf olan kısmı belki de burada yatmakta!