Bir güne, ocak ayının sonuna iki ölüm nasıl sığar? İki değerli insan aynı günde aramızdan ayrılır. İkisi de sanatçı, ikisi de yaratıcı, ikisi de aklıyla ve duygularıyla çalışıyor, ikisi de çok seviliyorlar. Sevginin ve iyiliğin yaratıyla birleştiği yerde kesişen iki hayat aynı gün ayrılıyorlar hem bizden hem de birbirlerinden. İçinde olduğumuz ortamda sanat dünyası çekişmelerle boğuşmaktayken iki sevilen insanın başka diyarlara gitmesine ne demeli? Öteki dünya denirdi. Bugün nasıl söylenmekte? Cennet ve cehennem lafları kol geziyor şehirlerimizde. Cennetlik lafı yakışacak bu isimlere ama onlar nasıl isterlerdi acaba? Kendileri daha çok hayata inanmış insanlar mıydı? Mario Levi ve Gülçin Aksoy bu iki değerli sanatçının isimleri.
İkisi de hayatı seviyorlardı. Her ne kadar sanat boğucu ve krizleri ve sıkıntıları, yaratının sıkıntılarını içinde taşımakta olsa da ikisi de alaylı bakmakta değil miydiler bu dünyamıza?
Biri (Gülçin Aksoy) hayatı esprilerinde yaratmaktaydı diğeri (Mario Levi) ise “hayata” kadeh kaldırmaktaydı: “Lé Heim”, “L’Chaim” “Hayyim” olarak seslenmekteydi. Hayata kadeh kaldırmak demek hayata seslenmek ve uzun yaşamaya doğru birbirlerini teşvik etmek demek değil miydi?
Mario Levi
Bir şarap tadımı gününde tanıdım ilk olarak Mario Levi’yi. Hayata diye seslenmekteydi bizim “şerefe” diye seslenmemizin yanında. “Lé Haim”, L’Cahim”,” hayata” hayatın nefesine dahildi. Uzun uzun anlattı bu geleneği bizlere. Yazar olmayı da başkalarına öğretmişti. İstanbulluydu ve vatanının bizim kullandığımız dilimiz olduğunu söylüyordu. İstanbul onun için “bir masaldı." Birçok dile tercüme edildi. Gidenler ve gelenler arasındaki denge nerede kaldı? Gidenlerden kalanlardan oluşan bir şehir olarak; çünkü İstanbul göç verdi ve göç aldı. Ve İstanbul’da yazlar bazen yağmurluydu. Öyle değil miydi? Çimen ve toprak kokusu, İstanbul’da burunlara yansır ve hatırlarda kalırdı. Koku sadece buruna ait bir duyu değil, çünkü hem de coğrafyaydı. Madam Floridis gibi, uyumsuz ve tutunamayan biri olarak bir daha dönmemek üzere bizi bıraktı mı? Fiziki olarak belki? Ama eserleri?
Gülçin Aksoy çok daha iyi tanıdığım, aynı üniversitede ve hatta aynı bölümde ders verdiğimiz bir arkadaşımızdı. İkimiz de Resim Bölümü hocalarıyız. Aynı zamanları sanat ve eğitim dünyasında paylaşmış, kesişmiş insanlarız. En son dönemde ikimiz de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Resim ve Heykel Müzesi’nin danışma kurulunda bulunuyorduk. Değerli fikirlerini bu ortamda bizlere sunmaktaydı. “Geç kaldın” diye bir saat yapmıştı. Bu eseri her saatte geç kalındığının altını çizmekteydi. İnsan der ki, “geçinden versin” ama o bu kadar “geç kaldın” yazısından sonra nasıl oldu da aramızdan bu kadar erken ayrıldı? Erken ve geç mantığı birbirlerine göre belirlenen bir mantığa sahip değiller mi? Bir değil ikili anlamı olan bir mantığa sahipler; çünkü erken geçe nazaran daha önce olmasına rağmen geç te erkene nazaran daha geç olmakta. “Geciktim” demek verilen saate yetişememek demek; ama yetişme rahatsızlığı olmayan bir dünyada yaşayan kişi gecikmez; çünkü o insan için gecikmek bir anlam ifade etmemektedir. O erken gelmiştir bir evvelki gecikmesine nazaran. Bu ikili ve rölatif mantık iki yöne doğru gitmez mi? Geç kalan geçen sefere nazaran erken gelmişse, bu sefer bir evvelki sefere göre geç değil erken gelmiştir. Her şey kendi içinde iki yöne doğru gitmekte.
Gülçin Aksoy
Bizi bırakıp gidenlerin arkasından erken gittiklerini söylüyoruz. Ve zaten de öyle değil midir? Her an başka biri olabilir miyiz? Bu sorunun arkasında bazı anlarda, zamanlarda erken gelmek daha mı avantajlıdır yoksa tersine geç mi gelmek. Gülçin Aksoy, bu iki yönlü mantığı sorgulayarak çalışıyordu sanırım. Bir başka eserde “vazgeçtim” yazıyordu. Neden vaz geçmişti? Daha önce yapmak istediğine nazaran bu sefer artık istememeye başlayan birisinin sözünü anımsatmaktaydı. Vaz geçmek için, çünkü daha evvel karar verdiğinin arkasına saklanarak, artık bu isteğinden ayrılmakta olduğunu ve hatta tamamen bu fikri geride bıraktığını ifade etmekte değil midir?
Biz ama iki yönlü mantığın ne olduğunu sormaktayız. Hayatın mantığı mıdır bu? Belki de onları hep andığımızda artık yönün tek bir yeri kaldığını söyleyebiliriz. Tek yön geçmişte kalmıştır. Ölümün bize hayatın iki yönlü mantığından uzaklaştırdığını fark ettiğimiz zaman ise belki de bu geride kalmaya başlamıştır bile. Hayat kalır geriye iki yönlü zamana ait mantığıyla. Üzülürüz ardından hayatını terk edenlere. Bu iki değerli insanı aynı gün kaybetmek, kamuya mal olmuş iki insanın severlerini nasıl yan yana getirmektedir; hayat bize sanırım bunu öğretir. Öğreniriz başkalarının tecrübelerinden. Tecrübeler art arda dizilir. Ve geriye onların anıları kalır, bizlerle beraberdir bu anılar. İki değerli insan da çok öğrenci yetiştirmiştir. Öğretmiş ve öğrenmişlerdir. Hayat da bu değil midir?
Lé Haim ile ölüme karşı “hayatı” savunmaya kalkıyorsak eğer, onların eserlerine kadeh kaldıralım: “Lé Heim, hayata ve şerefe merhaba!
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |