Gaia: Bir yandan ilk olarak, bu isime 1990 yılında Félix Guattari’nin “Üç Ekoloji” adlı kitabını çevirdiğimde rastlamış ve kullanmıştım; daha sonra 1998 de Floransa’da yaptığım “Ekoloji ve Periferi” sergisinin konusunu oluşturmuştum: Merkezin (Batı) de periferinin (Batı-dışı-Üçüncü Dünya) de aynı ekosistemin içinde olduğunu o zaman sorunsallaştırmıştım. Diğer yandan, Gaia Bruno Latour’un yakın zamanlarda ele aldığı bir kitabının konusudur (Gaia’nın Karşısında, 2015). Gaia’nın tüm dünyayı kaplayan yeryüzüne verilen isim olduğunu tekrar hatırlayabiliriz. Bu anlamda, dünyasal (ama küresel değil) olan anlamına gelmekte; yani direnmeye ait bir kavramdır, işgale ait bir kavram değildir.
Herkesi aynı anda ilgilendirmek zorunda bırakan bir yeryüzü politikasından söz etmekteyiz: Gaia. Bu yer, bir yeryüzüdür. Ne dili var ne de kültürü. Veya, bu doğanın dili ve kültürüdür. Bütün bunlar herkesi kat eden ve herkesi bir bütünde kesiştiren yeryüzünde oluşmaktadır. Gaia’nın canlı bir varlık olduğunu ilk yazanlardan birisi James Ephraim Lovelock idi. Şimdilerde 99 yaşındaki İngiliz bilim adamı 1960’larda, gezegenleri ve seslerini incelemek üzere NASA ile çalışmaktaydı. 1970’lerde yeryüzü atmosferinin canlı varlıklar ve bakteriler tarafından düzenlendiğini iddia etti. Bu teori Gaia üzerine yapılan ilk çalışmaydı. Küresel ısınma ile birlikte yeninden gündeme gelen bu teori aslında bir bakıma Avrupa’daki Yeşiller siyasi oluşumunun başlangıcını teşkil etmektedir. Bugünkü sosyal ve politik olduğu kadar doğayı da ilgilendiren sorunlar, bu anlamda, yan yana gelmekteler. Bugün dünya yedi buçuk milyar nüfusa vardığı zaman, artık su ve yeme-içme sorunları ile ekolojik felaketler birlikte yaşanmaya başlamış demektir. Her yerde yaşanmakta olan yeme ve içme sorunları, meyveler ve sebzeler, kuraklık ve göç birlikte ortak tragedyayı oluşturmaktadır. Küresel ısınma ile beraber bugünkü gibi, insanların ve hayvanların değil, ama bitkilerin kuraklık sorunu yüze çıktığında, yeşermeyen otlar ve ağaçların vaziyetiyle nefes alma sorunlarımız oluşacak. Yapraksız yaşam mümkün değil, herkesin tahmin edebileceği gibi; çünkü nefes alıp vermemiz yeşil yapraklara ve onların kokularına bağlı.
Gaia bir isim ve yeryüzü toprağının, yerinin kendisi olarak bütün ülkelerin vatandaşlarına ortak mesafede durmakta; yani, herkesin ayağını bastığı ortak bir toprak var. Yere basan bir politika yeryüzünden geçmekte. Toplum ve toplumlar ise yeryüzünde yaşayan herkesin ayrı ayrı soluduğu havanın nefesiyle var olabilmekteler. Öyleyiz. Önce yaşam var, sonra ekonomi, politika, kültür ve sanat yaşamla birlikte var olmakta. Herkesin solumakta olduğu havada nefes almak demek, ruhun yaşayabilmesi ve canlı kalması demek oluyor. Sıcaklık veya ani ısı düşüşleri bugünkü benzer sorunlardan ortaya çıkmakta... Doğaya ve onun ekosistemine ihtiyacımız var.
Toplum ise; yere bastığımız, ayaklarımızın altında yaşayan ve nefes alan toprakla canlanmakta olduğundan dolayı, bir anlamda, tıpkı sanat gibi, işleyen bir yapaylıktan başka bir şey değil. Bu anlamda baktığımız zaman: Toplum bir yanılsama; onu bağlayan kimlik ise kurulmuş bir hayalden (tıpkı Hayali Cemaatler gibi) öteye gidemeyecek kadar kısıtlı bir kavram. 18.yüzyılın sonunda yerleşmeye başlayan bir kavramdan başka bir şey gibi durmuyor: Bir icat olarak bu kavram vatandaş veya yurttaş olarak belirlenmiş; uğruna nice kan dökülmüş ve toprağı bazen hala savaşlarla birlikte, kanla sulayan bir icat -kavram.
Tarlalarda ekilen toprakların, belki, karakterleri var; ama kimlikleri yok...! Tarlaların iklimleri var; rüzgarları var; ısısı var; yağmuru var; güneşi var; dolayısıyla ekinleri var... Ve, bizim dilimizde, öz Türkçede kültür kelimesinin karşılığı olarak ekin kelimesini bulmuş isek, bu kelime kendisinin menşeini tarladaki ekinden, üründen gelmesinden dolayıdır; tarla kültüründen gelmiş olmasından dolayıdır.
O halde, toplum diye bir kavramın bir bütünlüğünün olması için, insanların ve onların düşünerek ürettikleri kavram olarak “düşünen insanın” politika olarak adlandırılanın (Aristoteles) sadece insanlara ait olmaktan çok uzak olup, buğdaya veya pirince, ata veya deveye, eşeğe veya öküze, sıcağa veya soğuğa, kurak veya sulak topraklara, ormanlara ve yaylalara, dağlara ve rüzgarlarına şiddetle ihtiyaç vardır. Arılara, işçilere olan ihtiyaç kadar toprağa da, toprağın üstünde yetişen bitkilere de gereksinim vardır. Her biri birer eyleyen olarak ihtiyaç duyulan varlıklardır. Her eyleyenin bir eylem yapma gücü vardır. Spinoza’ya ait bir kelime olarak, canlının eyleme gücü onun potestas’ıdır. Bu, Bruno Latour’un politikaya yaptığı katkıdır; bu katkı ise toplumsal bakış üzerine kuruludur. Herkesin ve her şeyin eyleme gücünün birleşmesinden dolayı, dünyanın insanı, bitkisi ve hayvanı yan yana gelir ve birlikte, birbirleriyle ilişik ve karşılıklı alış veriş içinde yaşarlar. Daha doğrusu hep belki de böyle olmuştur; ama artık bu olguyu düşünmenin zamanı gelmiştir. Antroposen dünyası içinde vektörlerimiz değişmeye başlamaktadır. Doğayı yok ettikçe doğaya olan gereksinmemiz çoğalmaktadır; çünkü onsuz yaşayamayacağız.
O halde, varlık, sadece insan değil, ama aynı zamanda üründür, hayvandır, ottur, yapraktır veya bakteridir. Yapraksız yaşayamayacağımızı düşünmemiz gerekir; otsuz, eşeksiz, atsız, ağaçsız, insansız yaşayamayacağımızı bilmek ve düşünmekle yükümlüyüzdür aslında; ama bir o kadar da bunun dışında yaşamaktayız. Sanki dünyadan habersiz yaşayanlar gibi soluk alıp vermekte ve nefesi düşünmeden sanki ona sahipmişiz gibi kar elde etmeye uğraşmaktayız, artık-ürün yaratan bitkilerden, artı- güç harcayan hayvanlardan ve artı-değer yaratıp duran insanlardan. Bunlarsız bir Gaia düşünmek zordur.
Ve evet, hâlâ Kemal Tahir’in koyduğu isimle: Toprak-Ana... Ama bu sefer, bir imparatorluğun kuruluş mitolojisi değil; doğanın kuruluş mitolojisi ve onu yok etmeye başlayan insan elinden çıkma bir tragedya yaşanmaya başlanmıştır. Gaia bunun oluştuğu toprağın yerinin adıdır. Yeni bir öznellik alanı doğmakta: Toprak-Ana’nın kendisi. Tüm canlıların toprağı Gaia.