Entelektüeller her zaman merak konusu olmuştur; çeşitli ülkeler kendi entelektüellerinin üzerine araştırmalar yaparlar. Fransa’da Zola ve "Drefyuss Davası" (1898) ile başlayan bu kavram Orta Çağ’daki clercs’lerin (din adamları ve filozoflar) yerine geçmiştir. Barrés, muhafazakâr entelektüel kimliğiyle, Dreyfuss Davası'nı savunan entelektüellere "düşünce aristokratları" adını takmıştı. Fransız tarihçi Jacques Le Goff bu kelimeyi (clerc) entelektüel olarak kullanmıştır; o bakımdan da "Orta Çağ entelektüelleri" söz konusu olmuştur. Tarihçiye göre entelektüel terimiyle 12. ve 13. yüzyıllarda başlayan üniversitelerde hocalık yapanlara, düşünceyi ve düşünmeyi öğretenlere entelektüel (clerc) denilmektedir. Entelektüel ve filozof iki ayrı kelime olarak işlerlik kazanmıştır. En büyük filozof Avrupa Orta Çağında da İslam dünyasında da Aristoteles olarak kabul edilmekteydi. Ama üstünlük bu devirde önce İslam (İbn Rüşd) ve Yahudi (İbn Maymun) ve sonra da Hıristiyan filozofa (Siger de Brabant, Aquina’lı Tomasso) geçmişti.
Rönesans’ta ise filozof artık bilim, teknik, sanat ve bilgiyi birleştirenlerin işiydi. Ve antik Yunan felsefesine bir dönüş olarak yaşandı (Bilhassa Platon ve Plotin). "Orta Çağ’ın sonbaharına" göre daha aydınlık bir Hümanizme geçildi. Erasmus ve Luther arasındaki tartışma, birincisinde "insanın özerkliğiyle" ikincisinde ise "insan günahının sıkıntısıyla" ilgili iki vizyonda tartışılmaktaydı.
Din adamları (ruhban sınıfı) toplumsal alanda ilahiyat ve felsefe üzerine düşündüler ve araştırırdılar. 16. yüzyılda Avrupa’da başlayan dinde reform hareketi 17. yüzyılda Spinoza ile başka bir yöne kaydı: Doğanın tanrısallaşması. Descartes’ın Hollanda’yı tercih etmesine rağmen üniversitenin asıl çıkışı Louvain şehrinde kendisine önemli bir yer buldu. Ve Descartes’ın üniversite camiasındaki etkisi Hollanda’dan daha çok Louvain de fizik ve matematik alanında yer edinebildi. Bu şekilde bilim dünyası Jasnsenci camiada (Cornelius Jansen ile günahların insanda olduğunu, insanın ortaya çıkmasıyla başladığını savunmaktadır) önem kazandı. Ve Paris’deki Port-Royal ekolüne etki yaptı. Spinoza’yı bir kenara bırakıp, Descartes’i ön plana çıkardı. 17. ve 18. yüzyıllarda ise modernliğin eski düşünce ve edebiyata karşı çıkışıyla birlikte "medenileşme süreci" gelişmiş ve Fransa’ya Kartezyen düşünceyle birlikte yerleşerek önce bütün Avrupa’ya ve sonra da Avrupa’nın Doğusuna ve dışına model olarak ortaya çıkmıştır.
Daha sonraları 19. yüzyıl sonunda modern dönemlere gelindiğinde, "Tanrı’nın ölümü" temasıyla birlikte seküler anlamda başka bir kavram entelekt üzerine kavramsallaştırıldı. Entelektüel, entelekt ile çalışan demekti. Müdrikesini işleten Kant’ın kullandığı şekilde "anlama gücü" kavramının yerine gelmekteydi. Entelektüellerin etki yapmak için düşünürleri kullandığı malumdur. Dönemlerinin düşünürlerinden etkilenerek, düşüncelerini yaygınlaştırırlar. Siyasi ve felsefi etkileri düşünce üzerinden gelişmiştir. Bugün nerdeyse gazetecilerin bir alanı olmaya başladığından dolayı entelektüellik "ortalama" ve "vasat" düşünceye doğru indirgenmiştir. Bu tezler hem Deleuze, Bourdieu hem de Derrida tarafından öne sürülen düşüncelerdir. Zaten entelektüeller sıfatlarını, bu dönemde, 20. yüzyılın sonunda kaybetmişlerdir.
Bu bakımdan hem zamana ve hem epistemolojik kopuşa göre anlam kazanan bir "harfler cemiyeti" var olmuştur. Edebiyat olarak adlandırılan bu tabir bir "yazarlar cemiyetini" etkileyen ve besleyen alandır. Ancak "Harfler Cumhuriyeti" 17. yüzyıldan itibaren felsefe ve edebiyatı yan yana ele almıştır. Düşünürler hem edebiyat hem de düşünce üretmektedir. Entelektüelleri siyasi veya dini görüşlerine göre değil, ama akıl kullanma yetilerine göre ayırmak mümkün olmaktadır.
18. yüzyıldan bir örnek alarak söylemek istediğimizi biraz açabiliriz. Goethe 1825’te, Mart 1832 yılında ölmeden evvel Zelter’e yazdığı mektupta şöyle ifade etmekteydi kendini: "Zenginlik ve hırs işte insanların istediği bu. Tren yolları, hızlı posta, buharlı gemiler ve mümkün olan iletişimin bütün kolaylıklarıyla, bilgili diye adlandırılan dünya bunları aramakta kendini bilgili üstün kılmak için ve böylece de bayağılıkta kalmak için". 18. yüzyılın ilk yarısında, dünyanın gitmeye başladığı yönü, bir kültür adamı olarak Goethe bu şekilde düşünüyordu. Kültüre ve kültürlü olan insana genel bir giriş için "orta halli kültürün" genelleşmesi gerekiyordu ve bunun içinde İncil cemiyetleri ve eğitim yöntemleri vardı. Ve bütün bunlar bu yüzyılda heyecanlı insanların işe becerikli ve girişimci olarak gelişmiş olanlarının, halkın üzerinde kendi üstünlüklerini hem kendilerine hem de halka göstermek arzusundaydılar. O yüzden de kendilerinin daha kabiliyetli ve daha bilgili ve akıllı olduklarını ispatlamaktaydılar; fakat sorun bu insanların genel durumlarının bu hız dünyası içinde gitgide daha "orta" ve hatta "ortanın altında" bir kapasiteye sahip olduklarıydı. Bundan şikayetçiydi Goethe; bu yüzden evrensel bir yazar olarak kendi yüzünü burjuvaziye döndürüp, Almanya’da bir demokrasi oluşturmak ümidinin tekrar doğabilecek olabileceğini düşünmekteydi. Goethe bugünkü gidişat içinde kendi döneminin arkada kaldığının farkında idi ve bu şekilde de geleceği çok sınırlı bir etki bırakabileceğini biliyordu dünya değişmekteydi.
İlk anlamlı karşı çıkışlar edebiyat alanında "Genç Almanya" adlı gruptan gelmiştir ve onlar şöyle düşünmekteydiler. Onlara göre: "Goethe her zaman egoizmi ve katı kalpliliği savunmuştu; onu canlandıran kalpsizlikti. İnsanlara eğitim vermek istemesine rağmen Ego merkezliydi". Almanya’da 19. yüzyılın sonunda Goethe; bir yandan Alman burjuvazisinin yeni yüzünü ortaya koymaktaydı ve bu yüzden İmparatorluğun kuruluşundan itibaren ilk plana çekildi ve böylelikle Goethe’den bir kişilik olarak "ulusal bir imaj" ortaya konulmaya başlandı.
J. Benda da 1927 yılında "Entelektüellerin İhaneti" olarak çevrilen kitabında, entelektüel yerine clerc (düşünen ve düşünmeyi öğreten ama enformasyon veren, yani, bugünkü gazeteci değil) kavramını entelektüel anlamında kullanmıştı.
Entelektüeller yaşadıkları dönemlere göre bazen iman ile bazen ise akıl ve bilgiyle hareket ederek düşünmektelerdi. Toplumsal alanda, bazen fakirlerden bazen ise zenginlerden yana tavır koymaktaydılar. 19. yüzyıl Komünizmi içinde yazarlar 1960 ve hatta 1970’lere kadar dünyada ezilenlerden ve sömürülenlerden yana tavır aldılar. Daha önce bu tip entelekt kullananlar genellikle devlet adamlarıyla birlikte ve bazen ise onlara gerçeği söyledikleri için cezalandırılarak kendi tavırlarını kamusal alanda ortaya koymaktaydılar. Kamusal alan 19. yüzyılda basın ve yayın olmaya başladığında tavırlar kamuya daha açık hale geldi. "Solcu entelektüel" kavramı, tıpkı Fransız Devrimi sırasında, Meclisin solunda yer alanların solda olduğu anlamında bir sıfat veya ön-ek taşımaya başladı. Modern dönemlerde, Kant sonrası "bilgi ve iman" veya "ilahiyat ve felsefe" arasındaki gereklilik veya üstünlük tartışması modern-öncesi dönemde etkisini sürdürmüştü.
1980’li yıllarda Derrida ve Vattimo gibi filozoflar bu tartışmayı "din" üzerinden sürdürdüklerinde tartışma konusu Hegel’in "bilgi ve iman" arasında kurduğu denklem üzerinden gelişmekteydi. R. Barthes ise Voltaire’in "Roman ve Hikayeleri" üzerine yayınlanan kitabına yazdığı önsözde "önceki dönemlerde tarafını belirleyecek olan insanların artık gelişmekte olan dönemde tavır belirlemekteki belirsizliğine dikkat çekmekteydi. Entelektüellerin işi artık zordu. Taraf ve tavır belirlemekte zorlanmaktaydılar. Zaten Foucault ve Deleuze’ün "entelektüellerin rolünün" eski gücünü kaybettiğini vurguladıkları konuşma içinde Foucault sadece evrensel entelektüel diye bir tanımın yerine "özgül entelektüel" olarak bir tanım koymaktaydı. Birincisi dünya sorunlarına ezilmişlerden yana genel bir tavır koymakta olmasına rağmen ikinciler daha çok kendi bildikleri konular üzerine düşünüp ve tavır göstermek durumundaydılar.
Görülebileceği gibi, entelektüeller uzun zamandan beri bir sıfat ile belirlenebilecek insanlar olmaktan uzaklaşmışlardı. Sadece kendi bilgileri doğrultusunda karar alabilecek ve tavır gösterebilecek kimseler halini aldılar. Bu nedenden dolayı zaten 1981 yılında, entelektüel kavramını üreten Fransız toplumunda Le Monde gazetesi "entelektüellerin suskunluğunu" bir dosya konusu yapmıştı. Söz konusu solda yer alan entelektüellerin suskunluğuydu. O güne kadar "Üçüncü Dünyacı, Sosyalist, Hümanist, Eşitlikçi, İşçi Yanlısı, Cumhuriyetçi" gibi erdemlere sahip olanların sıfatları arkada kalmaya başlamıştı artık. Zaten yine aynı yıllarda Polonya’daki İşçi hareketini (L. Walesa) destekleyenler "sosyalizme karşı" ve Sovyetler Birliği’ne karşı tavır aldıklarında "solda" sıfatını bırakmışlardı.
Aradan çok zaman geçti bile. İçinde olduğumuz dönemde entelektüeller sıfatlarının ötesinde, çoğu yerde suskun yerlerini korumaktalar. Bizim ülkede ise aktif durmaktalar. Tabii tarihi olarak onların rolleri üzerine bugün hâlâ çalışmak ve araştırma yapmak mümkün gözükmekte; ancak epistemolojik olarak uzun zamandan beri entelektüellerin sıfatlarının kaybolduğunun farkına varmak bir entelektüel çabayı daha gerektirmekte.