Geçen gün "siyasetin nasıl bir şey" olduğuna dair yazdığım yazıda, bence eksik kalmış ve aktüelleşmemiş kısımlara, burada, tekrar dönmek istiyorum. Bunun için, felsefeden, biyolojiden, tarihten ve sanattan geçmek zorunda hissediyorum. Tamı tamına, pratik olarak siyasi olmaktan çok teorik olarak (pratik deney olarak bunun içinde yatmakta) felsefeyi ilgilendiren bir konu olarak siyasete döneceğim; ama, neticede 'siyasal bilimler' adında bir dal olmadan evvel, felsefe zaten bu konuları konuşan bir daldı; bu anlamda, birçok disiplini yan yana toplamakta olan bir daldan söz etmekteyiz. Politika, despotluk, demokrasi, cumhuriyet, monarşi, oligarşi gibi kavramları ele ilk alan dal olarak felsefe bugün başka dallarla konuşmakta olduğumuz bir alan olarak durmakta. Bu tarihin modernliği içinden geçtiğimizde, bugüne kadar gelen kavramlar ve mücadele biçimleri hala içinden çıkmadığımız kavramlar olarak bizim karşımıza dikilmekte: Anlak, doğa, sezgi, kategoriler, aşkın, aşkınsal (yani, transandantal), apriori, deney, zaman, mekan vb.
Bunlar düşünce tarihi içinde biyolojik olan kavramlarla tartışılmaya başlandığında, doğa ve beyin veya moleküler, parçacıklar, mikroplar, virüsler gibi kavramlar siyasal alanın içine sızmaya başlıyor. Bugün bu kavramların içinden geçerek ancak siyasi olan içinde tartışma yapmak mümkün hale gelmekte. Bilhassa sosyolojinin son almış olduğu hal ile ilgilenmeye başladığımızda, laboratuvar alanının içinden ilerlemekte olduğumuzu bize gösterecek olan metinler çıkmakta karşımıza. Sosyoloji de, sosyal alan içinde kalarak, araştırma yapılan bir disiplin olmakla kalmamaktadır: Teorik alan ile fizik, zooloji, arkeoloji ve biyoloji birbirleri içine girmeye başladılar.
Belki de 1980’lerde başlayan ve sık sık vurgulanan "disiplinler-arası" çalışmalar, Kültür Çalışmaları, Bilim Çalışmaları sosyolojiyi ve sanat tarihini birbirlerine yaklaştırmaktayken, aynı zamanda bunlara antropolojiyi, etolojiyi, jeolojiyi (toprağın katmanları, erozyonlar, depremler, seller) ekleyebilmekteyiz. Ekolojik sorunları düşünmek bizi doğru sürüklemekte.
Modern felsefe, bilgiyi bir "apriori" tanımı içinde, transandantal olarak bilme imkanlarının kökenine doğru taşımaya götürdüğünde meşrulaştırmıştı. Kant, bu anlamda, modernliği başlatan bir filozof olarak durmakta. Hem antropoloji ile modernliği insanlığa taşımakta hem de Aydınlanma’nın ne olduğunu bize ilk açıklayanlardan birisi olarak yerini felsefe tarihi içinde almakta. Bugün ise, "Kant- sonrası" bir düşüncenin içine girmekte olan yeni bir akımdan söz etmek gerekecek. 2010’lu yıllarda kendisini uluslararası alanda göstermeye başlayan bir akım olarak "Spekülatif Gerçekçilik" Kant sonrası bir düşüncenin imkanlarını aramakta ve bunu da bilhassa nöro-biyolojinin alanı ile kesiştirmekte. Kant’ın "apriori" (önsel) olarak adlandırdığı, en basit şekliyle, bilginin deneyden mutlak bir şekilde bağımsızlaşması anlamına gelmekte. Yani, önsel olan nesnelerin kökenini bilmeye kalkmasa bile nesnelerin bilgisinin ve tanınmasının kökenine bakma zannına kapılmaktadır; çünkü burada ikinci önermede önselin işlevi artık kenara atılmıştır. Deney ile ancak bu bilgilere sahip olma imkanlarımız ortaya çıkmaktadır. Önsel olan, o halde, tanıma imkanlarının baştan verili olduğu bir durum iken, benzer bir anlamda kullanılan transandantal, bugünkü perspektiften bakıldığında, artık bu imkanları elinde bulunduramamaktadır.
Bu konular üzerine yazan Fransız filozof Quantin Meillassoux, bize Kant’ın sonluluk-sonrasına geldiğimizi açıklamaktadır; transandantal bir köken gibi durmaya kalkmış olsa bile, Kant için bugün, bunun dışına çıkan bir düşüncenin içinde ilerlemeye başladığımızı ileri sürmektedir. Ancak ilginç bir ayrımı hatırlatmaktadır: Kant bize bir şeyin veya bir düşünce bilgisinin "apriori" bilgi olduğunu söylediğinde mutlak olarak bize apriori’nin varlığını söylememektedir. Var kabul edilen bir "apriori" ile "varolan" bir apriori iki ayrı önermeyi ortaya koymaktadır; çünkü "apriori" olarak transandantal dedüksiyon kendini biçimlendirmektedir. Transandantal kendi formunu kendi içinden almaktadır. Bir düşünce formunun şartı olarak transandantal kendi kendisini oluşturmaktadır. O halde, kendi kendisini oluşturmakta olan bir transandantalın sorunu ne olabilir ? Meilassoux’ya göre, transandantal dedüksiyonda olmayan kendi kendisini olumlamadır. Kendi kendisini biçimlendirme, kendi kendisini meşrulaştırma bir sentez sayesinde gerçekleşmektedir. Kendini kuran bir düşünce dedüksiyona bağlı işlemekten çok deneye bağlı olarak işlemeye mahkumdur. Deney burada "apriori" olanın yerine geçmektedir. Transandantal ancak bir sistemin imkanlarının mekanında geçerli olabilmektedir. Sisteme dışarıdan gelen bir düşüncedir. Yani, karmaşık bile görülse, deney transandantalın yerini almaya başlamış olsa bile böyledir. Buna göre, transandantalın kendi kendisini oluşturmaktayken yaşamakta olduğu bir deney mevcuttur.
Bu konular üzerine yazan başka bir Fransız filozof Catherine Malabou ise bize "Transandantalın doğuştan mı yoksa sonradan mı kurulu?" olduğu sorusunu sorar. Kant’ın, burada, 1770 yılında: "Her türlü deneyden evvel, baştan verili olmak için, bilginin "apriori" formlarının doğuştan verisi yoktur" diye yazdığını hatırlatır. "Kaynaklarını kategorilerde bulmaktadır". Ama kategoriler de bu kaynakları arı bir anlakta ve onun doğasında aramaktadır. Buna göre, bir kısır daire gibi dönen arı düşünce (anlak), kategoriler ve transandantal arasında "apriori" doğuştan değil, verili bir şekilde mevcut olmaktadır. Önsel olan belirli bir zaman zarfında elde edilmiştir; yani geçmiş bir zamanla verilidir ve böylece doğuştan değildir. Bu ilginç düşünce önselin içinde her ne kadar kaynak gibi dursa bile bir zamanın getirdiği bilgi olduğunu varsaymaktadır. Öyleyse transandantal olan deneyden bağımsız durmamaktadır. Doğumla birlikte verili olan ile iki deney-fikri arasında deneyin özel bir yeri olduğunu vurgulamaktayız. Doğuştan değil, ama verili olan zamana dayalı iki deney arasında, doğum anı ve verili olan an arasındaki bir kısa zaman farkında mesafe oluşmaktadır: Zaman araya mesafe koyarak girdiğine göre, verili olan bir deneyden geçmek zorunda kalmaktadır.
Bu tartışmanın yakın güncelliğini burada bırakarak siyaset üzerine söylemek istediğime dönüyorum. Ancak, bu felsefi arka planı göz ardı etmeden söylemek istiyorum ki, evvelden var olmuş tartışmaların önselliğinden çıkarak, düşünce olarak siyaseti, en azından teorik olarak, bugünün felsefe tartışmaları içinden geçen bir formda düşünmeye başlayabiliriz. Burada önselin deneyine kadar giden bir deney üzerinde durmakta fayda vardır: Denenmeyen bir önsel üzerinden tarihi olarak düşünme imkanlarımız kısıtlanmış gözükmektedir. Geçen seferki yazımda "olay veya organizma felsefesi" olarak, her anın başka bir ana gebe olduğunu ve bunların her saniyenin onda birinde bile olsa bir olay olarak değişimi ve tranzisyonu yaşadığını söylemiştim. Burada deney kendi başına işleyen bir olay olarak okunmaktadır. Böyle bir bakışa yerleşmeye başladığımızda ise tarihe güvenimiz azalmaktadır; çünkü tarih hem zamanın geçmiş hali hem de hikâye olarak aynı kelimeden iki anlam türetmektedir. Zaten ilk tarih kitabı olarak varsayılan Herodotos tarihi neredeyse söylentiler üzerine kurulmaktadır ve mitolojilerin anlatıları (hikâyeleri) üzerinden gelişmektedir. Tarih mesafeli bir zaman fikrine bağlı olarak arşivlerde yazanlar üzerinden okunmakta olduğundan, her zaman hikaye kısmı tarih ile birleşmektedir. Hikaye-tarih veya sanatçıların belgesel üzerine kullandıkları bir kelimeyi burada yeri gelmişken anarsam mokümantari yapılmaktadır : Kurgu-belgesel (tam da gerçek üzerine kurulu olmayan, sözde bir gerçekle dalga geçen anlamında kullanılıyor).
Tarih eğer bu kadar güvenli değilse bir yorumbilim olarak ilerlemekteyse geçmiş üzerine yapılan onca hesaplaşmanın bizi bir yere vardırmayacağının bilincine varmaya başlamak bana önemli gelmekte (Hangi yapıdan oluşmaktayız? Asya Tipi mi, Feodal mi? Modern mi, Post-modern mi? Despotik mi, değil mi? Kurumsal mı, değil mi? Anayasal mı, içtihat mı? Yorum üzerine aşırı yorumlar veya sıkı yorumlar, sınırlı yorumlar, gerçek yorumlar gibi birçok yorum biçimini kullandığımızda bir tartışmanın gideceği netice olamayacağı gibi, aynı zamanda da bunların nedenleri de olmayacaktır. Nedenlerin yorumu, tabii ki, bir sonuca gidemeyecektir. Spontan-kendiliğindenlik nedenselliğin yerini almaktadır. Bu durumda, herkes kendi yorumu etrafında kitlenip kalacaktır: Geriye ideolojik bakış ile taraftarlar kalmaktadır. Siyaset biliminin taraftarlara değil ince düşünceye ihtiyacı var gibidir. Siyasi partilerin ne kadar taraftara ihtiyacı var olup, o kadar taraftar toplamak için bunca insanı mitinglerden televizyon programlarına kadar konuşturmaktaysa, bunun görünümü spor müsabakalarından pek farkı kalmayan siyasetin bugünkü halidir! Deney geçmiş olayları tartışmanın gerçeğinden değil, düşünceyi başka bir alana taşımanın imkan koşulları olarak gözükmektedir. Her an, her şey başka bir bağlamda başka bir düzenlemeye dönüşmektedir, çünkü. Apriori, kökensel bir geçmiş, yani bir rüya gibi durmaktadır.
Fransız tarihçi F. Braudel Fransız Kimliği (1986) adlı çalışmasında, Fransa tarihine "sanki orada değilmişiz gibi" bakmaktan söz etmektedir. Sanki orası Fransa değil de başka bir ülkeymiş gibi bahseder memleketinden. Ve Péguy’i örnek gösterir: "Sanki orada değilmişçesine". Ve, hemen arkasından "Daha evvelki alışkanlıklardan bizi uzaklaştıracak bir tarihe bakmaya başladım" diye yazar. O zaman ilk önce geçmişe dönük olan tarihe değil ama yurdun toprağına doğru bakmanın yani coğrafyanın geleceği üzerine düşünmenin imkanlarını öne sürmeyi önerdi okuyucularına; çünkü Braudel’e göre, coğrafya aktüel olanı ele almaya çalışmaktadır; geleceğe dönüktür, geçmişe değil. Geçmiş, aktüel bir coğrafya üzerinden tekrar yorumlanabilecektir sadece; çünkü hikâye ile anlatı bir mekan üzerinde geçmektedir. En doğru geçmiş, doğanın geçmişi olarak gözümüzün önüne gelerek bir deneye doğru sürüklemektedir bizleri: Doğa ve toprağı geçmiş olarak ele almak. Coğrafya "derinlik ister ve uzun sürelidir": Toprak, doğa, çevre, ortam ve eko-sistem. Bu perspektiften bakıldığında bir iklim varyasyonu ve bir doğa çeşitliliği vardır coğrafyada; hikayedeki "kimliğin tekliği" değil! Kimlik değil, ama birlik, geleceğin deneyine dönük bir çeşitliliğin birliği olarak ortaya konulur.
Benzer bir yaklaşımı "Canlının Mantığı"nda (F. Jacob’un 1970 yılındaki kitabının adı) ve genetik kodlarından gelen canlının kalıtımında görmekteyiz; çünkü biyoloji bize, hem neden hem de netice olarak canlının yenidenüretimini sunmaktadır. Yani, üreme ve yeniden üreme sayesinde canlının türünün devamını sağlamaktadır. Ve, bu süreklilik kodlarla, mesajlarla gerçekleşmektedir. Her ne kadar mesajlar ve kodlar genetik kodlar olarak eski nesli yeni nesle taşımakta olsalar bile, canlının mantığı yine de geleceğe açılan bir deney olarak durmakta. Yenidenüretimin gerçekleşmesi her zaman ileriye dönüktür; geçmişten gelen genetik kodun, mesajın görevi icabı kalıtımın taşıyıcı gücü bile böyledir. Kitabın hemen başındaki "program" olarak adlandırdığı mantığa göre, buğday buğdaydan ve çocuk da ebeveynlerinden doğmaktadır. Bütün bunlar geçmişten gelerek (kurma mitolojileri veya köken masalları değil) elde edilen bir deneyden ibarettir; yani, gelecek ancak geçmişe değil, geleceğe, gelecekteki organizmaya dönüktür. Yumurta enformasyonu ve kodu taşımakta olsa bile, onun gelecek deneyi belirleyici olmaktadır. Bellek ve proje olarak adlandırılan bu iki yön, geçmişi geride bırakan ve geleceğe dönendir. Projeler gelecekte var olacaklardır: "Her canlı, biricik bir görüngüdür ve yarına bağlıdır"; çoğalacak ve yok olacaktır. Farklı canlıların adaptasyon farklarına, Wallace’ın ve Darwin’in "hayatta kalma" üzerine kurulu doğal seleksiyon düşüncesine göre, çevrenin de (eko-sistemde yaşamda kalmak)etkisiyle değişimler baş gösterecektir. Varlığın çeşitlenme ve değişme farkı olacaktır: Mutasyon.
Kavramsal ve minimalist sanatçı Donald Judd 1968’deki bir söyleşisinde "Bu dünyaya bir deneyci olarak sıçradım" diyerek, bir soruya cevap vermekteydi ve hemen arkasından daha sonraki bir söyleşisinde "Tarihin yalanlamasından dolayı derinden etkilenmekteyim" diye eklemekteydi. Deneyci, yani ampirist bir bakışın geleceğe dönük sanatsal yüzüne değinmekteydi: "Kendi kişisel gözlemleri ve özel tercihleriyle" çalışmaktaydı.
O zaman, bir şiarı tekrarlayalım başka bir türlü olsa da: "Yapısal ve kalıcı bir tarihe ve geçmişe olan kesin inançtan çıkmak için bir çaba daha".