Ali Akay

14 Mayıs 2021

Bıkkınlıklar…

Medeniyetsiz bir yaşama doğru gitmek üzüntü veriyor ve ancak umut bunu aşmaya muktedir olmayacak mıdır? Umudu nerde arayacağız? Umuttan da mı bıktık yoksa ki, umut veren bir söylemi duymaz olduk.

Toplumsal alan sivil olarak işlerliğini yitirmiş vaziyette ve belki de sosyal medyanın ortaya koyduğu vurdumduymazlık içinde yetişen bir nesil bu durumu daha da kamuya açık hâle soktu. Özel olarak konuşulanlar artık kamuya mâl olmaya başladı. Herkes bir anlatı içinde yaşıyor. Hepimiz kendi alanımızı kamuya açmaktan hoşlanmaya başladık. Beğenilerle yaşamaya başlandı. Psikolojik olarak insanları görmeyerek yaşadığımız bu Covid-19 kapanma ortamında tek neşemiz neredeyse başkalarıyla iletişim olmaya doğru yüz tuttu. Sağlık durumumuz, üzüntülerimiz, sıkıntılarımız, yaslarımız, neşemiz paylaşıma açık olmaya başladı. Bu işin bir yüzü; diğer yüzü ise reklam dünyasının bu paylaşımları çok sevmeye başlaması ve aldığımız mesajların, okuduğumuz haberlerin içinde verili olanı görmek ve okuyabilmek için tıklayarak ve atarak ve atarken bekleyerek ve bu anlamda da sabırsızlanıldığında da artık bu haberi görmekten vaz geçecek bir halde bıkkınlık yaşanan bir döneme girildi.

Reklamlar ve kamuoyu yoklamalarının yüz yıldır kurmakta olduğu dünyanın içine yerleştik sonunda. Her tarafımızdan reklamlarla kaplıyız. Bir kitap mı arıyoruz? Karşımıza kitaplar çıkıyor. Banka ile işimiz mi oldu. O bankadan reklamlar ve bankanın verdiği kolaylıklar çıkıyor karşımıza; hatta bu yetmezmiş gibi bir de telefonla aramayı ihmal etmiyorlar. Bir grup çalışan oturduğu yerde ve şehirde diğer şehirlerdeki "müşterileri" arayarak onlara yeni fırsatlar sunduklarını ilan etmeye çaba gösteriyorlar. Günde birkaç defa sabit veya cep telefonunuza koşturuyor ve sonunda istemediğiniz bir şirket veya müşterisi bile olmadığınız bir banka size yeni koşullarını anlatmaya çalışıyor; bazı şirketler ise sizi müşteri yapmak için indirim fırsatlarından söz ediyor. Bunları atladığınızda ise bu sefer başka kurumlardan da bayram veya doğum günü tebrikleri geliyor. Siyasiler mesajla bayram kutluyor veya polis dolandırıcılara karşı uyarı yapıyor. Demek ki, sosyal medyayı kullanan "merdiven altı" olarak adlandırılan şirketler bu alanda "işi iyi tutmuşlar" ve tamir etme adına bazen elektronik aletlerinize el koymakta veya aldıktan sonra hatta bu şirketleri görünürlükten kaybolmaktalar. Sosyal medya bu anlamda bıkkınlık veriyor.

Sosyal medya sayesinde bizim arzularımız, beğenilerimiz, zevklerimiz, hoşlandıklarımız algoritmalar sayesinde oluşturulup bize reklam olarak geri dönüyor. Kamuoyu ve onun eski adı olarak tabir edilecek "propaganda" araçları bizim yakamızı bırakmıyor. Algoritmaların kurduğu bizi yönetecek bir 'yapay zekâ' dünyasının içine sokulmaya çalışılmakta değil miyiz?  Bizim yerimize karar vermek söz konusu olmasa da bizim rızamızla bize satılmak istenen şeyler o kadar çok ki, siyaset bile bu alanda at oynatmaya başlıyor. Eskiden kamuya açık olan siyasi söylemler, duvarların arkasından gelen sesler sayesinde kamuya yansımaya başlıyor. Bunlar arasından neyin doğru neyin yanlış olduğunun arkasında durmak da bir o ölçüde zorlaşmaya başlıyor. Dil her zaman kodlanmış bir iletişim aracı olarak işledi; ama bugün kodların içinden çıkılamayacak kadar şifrelenmiş olduklarını gördüğümüzde, yara alan yer yine de kamusal alan ve içindeki vatandaşlığımız olmaya başlıyor. Bu yaralar özel alanlara kadar etkisini göstermeden geçmiyor. Ruhumuza hitap eden, etki veren darbe, hatta iz bırakan bir imaj; bunların içinde karaya çıkmak umuduyla yüzüp gidiyoruz. Ama karaların da bu şekilde işgal edilmiş olduğu bir durumda ne yapmak gerekecek? N. Moretti'nin bir filminde dizilerin etkisinden kaçmaya çalışan iki arkadaşın gittiği adaya bir gün turistler geldiğinde, bu arkadaşlardan biri koşarak gelen turistlere dizideki baş rolü oynayan kızın evlenip evlenmediğini sormadan edemediği bir durumda, bizim çıkmaya çalıştığımız kara parçaları bile artık sosyal medya ve reklamlar sayesinde var olabilen dizilerin etkisi içinde yaşadığımızı anlıyoruz. Godard, televizyonun hâkim olduğu zamanlarda, "sinema filmlerinin, televizyonda reklamların arasına konulmuş parçalar" gibi olduğunu söylemekteydi!

Kamu şeyi olan Res Publica yara almış vaziyette; nerdeyse batacak! Dışlananların yer değiştirerek, artık entegre edildiği sosyal bir vaziyette hiyerarşinin sınıfsal ve kültürel olmaktan başka bir şey olmadığı bir "eşitlik" dünyasında ve burada nefes almakta zorlanmakta değil miyiz? Herkes kendisini diğerleriyle "eşit" kabul ediyor, ama bir o kadar da diğerine imrenmeden geçemiyor. Bu nasıl bir "kamusal eşitlik" duygusudur? İsteyenin yasakları delebildiği bir eşitlik varsa eğer, o zaman hiyerarşi "demokrasi eşitliği" içinde yara almış bir şekilde eskitilmiş demektir. Ve zaten bu kavramların ne demek olduklarını yakında nerdeyse unutacağız? Kamuya açık bir rejimin özel alanları kapladığı durumlarda sistem işlememekte değil midir?

Bıkkınlık içindeyiz her taraftan sarılmış vaziyette. Sokağa çıkamamaktan, maskelerle imkân dahilinde dolaşabilmekten (bir o kadar bile iyi sanki!), seyahat kısıtlamalarından bıktık galiba? Hele hayat pahalılığından geçilmediğini yaşamaya başladığımızdan beri hayattan bıkanların sayısında artış olmuş olduğunu görmek çok ama çok üzücü değil mi? Kim bu durumu hoş bir şekilde karşılayabilir? İnsafsızların mı çoğaldığını yaşamaktayız yoksa? Dünyanın çok yerinde sıkıntı, bilhassa gençlerin sıkıntısı ve bıkkınlığı Covid-19 ile katlanmış vaziyette. Gençler gençliklerinden de bıkkınlık duymaya başladığında gelecek güvencimiz kimlere kalacak? Hoyratlıktan da bıkmadık mı? Medeniyetsiz bir yaşama doğru gitmek üzüntü veriyor ve ancak umut bunu aşmaya muktedir olmayacak mıdır? Umudu nerde arayacağız? Umuttan da mı bıktık yoksa ki, umut veren bir söylemi duymaz olduk.

Bıkkınlık her tarafı sarmış kol geziyor sanki! Halbuki "gelecek günlerin aydınlığını" bekleyerek, bu tip sözlere ihtiyacımız her zamandan daha çok değil mi? Bir gelecek vaadi beklenmekte değil mi? Geçmiş ile hesaplaşmaktan çıkan ve yüzünü ileri gülümseyerek bakan söylemlerin yüzlerine ihtiyacımız yok mu? Umut verici olan, ama umutla kısıtlı olmayan söylemler... Bir yöntem ve program sunan bakışa ihtiyaç, bize bıkkınlığı unutturacak mıdır acaba? Charles Trenet'nin sesinden bir Fransız şansonunun seslendiği gibi: "Neş'e var!" diyecek zamanı iple çekiyoruz.