Dönemimize baktığımızda, bana çarpıcı gelen ilk şey "ruhu yüksek" insanların azalmakta olmasıdır. Dünyanın neresinde olursak olalım, bizim ülkede veya hatta buna benzer başka ülkelerde hakim bir davranış tarzı, okuma biçimi, hayat tarzı, eşyalarla ve insanlarla ilişkilerde kuvvetli bir şekilde hissedilen hareketler, konuşma biçimleri, düşünceden ve gerçekten kaçan bir eğitim, bilimsel olan dışında ne varsa ona yapışan ve tutunan bir zihniyet tarzı, düşüncenin geldiği noktalardaki bencillik, teknik ve teknolojik olan ile irtibatlarda inanç tarzları, imanı kullanma biçimleri, bütün bu tip görüngülerde karşılaştığımız nokta şu kelimeye bağlanmakta: Bayağılık!
Bir zaman birimi ki, içinde yaşayan insanlar güzel olanı değil de bayağı ve sıradan olanı seçmeyi tercih etsinler: "Biz bugün yine bu dönemin içine mi girdik?" sorusu neredeyse meşruluğu korumak için sorulmuş bir soru gibi duruyor. Ama, bu neyin meşruluğunu göstermekte? Asilliğin ve güzelliğin değil de, "bayağılığın" meşruluğunu korumak isteyen tepedeki bir grup insanın hâkimiyetini mi? Buna, 17. yüzyıl dünyasından beri gelişen ve Fransa'da Kartezyen düşüncenin var olmasıyla başlayan bir anlayışın, artık bizim ülkede de sonuna mı geldiğimizi sorduran bir dönem eklenmekte. Neydi bu dönemin özelliği? Eskileri ve klasik diye adlandırılanları geriden bırakarak, bilim ve şüphe üzerine kurulu bir deneyselliğin kurulmaya başladığı yeni düşünme ve davranış tarzlarının yerleşmeye başlaması modaydı, o sıralarda. Bu anlayış, sanırım, 20. yüzyıl içerisinde yapılan işlerde, insanların sanayi toplumlarının ilerleme üzerine olan güvenlerinde de işlemekteydi.
Türkiye de, bundan payını Osmanlı döneminin son zamanlarından itibaren almıştı: Batılılaşma denildiğinde bugün düşünüldüğü gibi, akla sadece bilime inanmak ve ilerleme fikirleriyle teknolojik atılımları gerçekleştirmek ve Batılı gibi olmak değil; ama bir davranış ve düşünce biçimini kendilerine üslup edinen insanların bir cemiyet içinde yaşadıklarının hatırlanması da gelmekteydi. Nezaket diye adlandırılan güzel konuşma, güzel yaşama ve güzel bir çevreyle bütünleşme bu arzunun parçası hatta motoruydu. Güzel konuşma veya retorik edebiyat çevrelerinin ağızındaydı. Güzel ve estetik sanat bunun diğer parçasıydı. Güzel Sanatlar adı verilmişti imaj dünyası için; edebiyat dünyası için ise yine benzer bir yaklaşım söz konusuydu. Güzel Harfler. Bu, sadece kaligrafik olarak yazıyı kağıda dökmek değildi, ama aynı zamanda bu, kavramsal işin de bir parçasıydı; güzel yazılmaktaydı. Güzel çizilmekteydi harfler: Kaligrafi. Harflerin ahenkli ve okunaklı yazılması gerekmekteydi. Bu, sanıldığı gibi sadece Fransız Okulları'nda öğretilen bir yazı yazma şekli değildi; edebiyat çevreleri bu tip bir el yazısına sahip olmayı tercih ediyordu. O dönemde, yani Türk modernleşmesi içinde, yazı yazma biçimlerine meraktan çok daha fazla modernleşme teorileri içinde, ilerleme ve teknolojiyi yakalama gibi konular daha dikkat çekici gelmekteydi belki; ama biçimsel ve kavramsal özenli bir el yazısı da söz konusuydu. Modern olmak sadece çağı yakalamak değildi, bu anlamda. Çağın içinden geçen güzellikle bütünleşmek, güzel davranan, güzel konuşan ve nezaketi kural bilen insanların cemiyetine verilen işaretlerle ortaya konulabilmekteydi.
20. yüzyılın ilk yarısında teknik ve teknolojinin egemenliğinde işlemeye başlayan kaba bir siyasetle ve "Avrupa'nın korkunçlukları" ile (antisemitizm ile başlayıp, kendinden olmayanları kamplara atan, onların ırkçı bir şekilde dışlanmasını sağlayan, tekniğin altında "varlığın unutuluşunu" yaşayan bir düşünce, anti-hümanist bir düşünce özgürlüğü epistemik olanı içine alırken, bireyin özgürlüğünü yaşatmayan totaliter bir makinanın egemenliğinde siyasi olanı kuran bir bayağılık siyaseti hakim olmaya başladığında) güzel olan artık arkada kalmaya başladı. Her şeyin arkasında yatan bir İmleyen aranmaya, özne ancak bir dil gibi yapılanmaya başladığında, psikanaliz "yarılmayı" yani öznenin yarılmasını (spaltung) ortaya koyduğunda, başka bir gündelik yaşam anlayışına doğru gidilmeye başlandı. Bunun sonucunda, "siyaseten doğru" tabiri, lafı içinde saklayan, davranışı değil de, kelimelerin kendi tarihlerinin çirkinliğinden uzaklaştırmak isteyen bir anlayışı yerleştirmeye başladı. "Ekmeğe, ekmek değil, fırıncının ürettiği bir yiyecek" olarak bakılmaya başlandı. Nezaket ve bayağılık, davranış biçimlerine yayılmaya başladıkça, kelimelerden nezaket anlamları çıkarmaya çalışan bir güzelleştirme operasyonu içine girildi. Ama bu işlem kendisi içinde yararlı ve hatta tarihin hatalarını düzeltmeye kalkan bir girişim olarak anlaşılsa bile, aslında hareket tarzları, konuşma biçimindeki güzelliği arayan bakış, davranış arkada kalmaya başladı.
21. yüzyıl; toplumsal alanın içinde, eğitimin ve davranış özelliklerinin kompleksinden kurtulma çabası içinde kalan bir nesle sahip olmaya başladı. Bu nesil, paranın şehvetine kapıldığından olsa gerek, parayı baş tacı ederken, aynı zamanda paranın kazanılma koşullarının arkaikliğine ve çirkin insan ilişkilerini geliştirecek kadar ileri gitmesine karşılık olarak bilimi, eğitimi ve güzel sanatları aşağılamayı seçti. Ve bu eğitim ve davranış tarzlarındaki çirkinlik toplumun üst kesimlerine bulaştığında, nezaket değil, bayağılık ve kabalık hakim unsur olarak kendisini var etti. Her kaba insan kendi bayağılığının meşruiyetini, ya çok zengin olarak veya tam tersine zengin olma hayalleri içinde kalıp zengin olamayarak, yaygınlaştırdı: "Kıroyum ama para bende"! sloganı arabaların arka camlarında görülmeye başlandığında toplumsalın modernleşme merhalelerinden beri yükseltilmekte olan nezaketi güzelleme hali arkada kalmış oldu. Geriden bakan, arkada kalan bu zihniyetin yok olmaya başlaması bazı inanları mutsuzluğa doğru sürüklerken, diğerlerinin umurunda bile olmadan başkalarının ayaklarına ve hatta başlarına basa basa yükselmeyi sürdürmekten başka bir şey yapmamaya doğru yönlendirdi.
21. yüzyıl sonunda belirli bir toplumsal zümrenin hareket tarzının bu hale girmeye başladığını ilk görenlerden biri de, sanırım, Nietzsche olmuştu. Felsefesinde en berbat bulduğu şeyin "bayağılık" olduğunu sıklıkla tekrarlamıştı. Bu farkı hisseden filozof, aslında 20.yüzyılın çirkin "Nasyonal Sosyalizmini" görmekteydi. Şartların iktidara getirdiği bu insanlar iktidarda bile olsalar "köle zihniyetlerini ve psikolojilerini" sürdürmeye devam etmekteydiler. Ve "köle ruhundan" geçen kabalıklarını ve bayağılıklarını toplumsal alana zehir gibi akıtmaktaydılar: İntikam ruhu, düşünceye tiksintiyle bakmak, çıplak kaba kuvveti kullanmak. O bakımdan, artık günümüze gelen bir süreç içinde Nietzsche "hayatın düşünürü" olarak adlandırıldı ve okundu. Güzelliğin ve asil bir ruhun arayışındaydı bu davranış tarzı yok olmaya başladığında.
Bugün ise, bayağılığın sardığı ve kasıp kavurduğu bir toplumsal içinde yaşamaya çabalayan, güzel sanat ve edebiyat yapmaya uğraşanlarla birlikte estetiği ve insanın güzelliğini arayanlar hala mevcut. Bu güzellik bayağılığın terkinden geçmekte: Ağaçların, akarsuların, denizin, dağ ve taşların güzelliğinin peşinde koşanlar ve tabiatın güzelliğini, hayvanların insanlar ve bitkilerle birlikte yaşadıkları romantizm-sonrası bir havanın temizliğini arayanlar "ruh güzelliğini " tekrar yakalamaya çalışanlar mıdır? Sevgisi ve güzelliği olmayan bir siyasetten bugüne: Sadece güzeli arayanların tekrar geri gelmesini arzulayanlarda mı kaldı bayağılıktan kaçan nezaket?