Geçen yazımda, "Fransa’da emeklilik reformu" üzerine yazarken, dört kez evlenmiş olan ve aynı zamanda hem şarkı söyleyen hem de roman yazarı olan Hanne Karin Bayer, nam-ı diğer Anna Karina’dan örnek vermiştim. Fransız Orta sınıfı ile ilgili olarak Jean-Luc Godard’ın "Hayatını Yaşamak" adlı filminden bahsetmiştim. Bu filimin konusunun sömürü üzerine yaşamayı reddetmek üzerine kurulu, marjinal bir orta sınıf arzularının tüketiminden söz etmiştim. Arzunun ön plana alındığı bu dönemde, arzulanan makinalar olmaya başlayan toplumsal bir ortamın oluşmakta olduğunu yazmıştım. Ve hemen ardından, birkaç gün sonra, son kocası Dennis Berry ile birlikteyken, kocaman gri-mavi gözlü 79 yaşındaki Anna Karina’nın ölüm haberi hem hüzünlendirdi beni, hem de bu tuhaf rastlantının arkasından baktım boşluğa doğru...
Danimarkalı Anna Karina hayatında Yeni Dalga sinemasının bir ikonası olarak anıldı her zaman. Ve "Vincente Minelli’nin komedi müzikal filmlerindekiler gibi dans etmek isterdim" diyerek, tam da onun tersini yapan bir aktris olarak kendini ispat etti. Yumuşak dans hareketleriyle kavisler çizerek bedenini yerçekimi kurallarına göre ayarlamaktaydı; tam da Fred Astaire’in yerçekimine karşı duran bedeninin havadaki hareketlerinin tersini yapmaktaydı. Beden yere doğru çekmekteydi dans hareketlerini. Veya Claude Brasseur ve Sami Frey ile birlikte üçlü dans sahnesinde (1964’deki Bande à Part) beden birlikte hareket etmeyi denemekteydi. Bu, aynı zamanda, Yeni Dalga sinemasının bir görüşüydü: Büyük sinemacılara olan hayranlık ile yaptıkları filmlerde onların tam tersini yaparken onlardan zikredilen cümleler veya davranışları sinemaya taşımayı başarmışlardı. Sinema yapıyorlardı güya! Ama tam da sinemanın yaptığının tersini gerçekleştirmekteydiler; sanatı sinemanın illüzyon sanatının içine yerleştirip, bu yanılsamayı yapıbozumuna uğratmaktaydılar. Bize parçalara bölerek fragmanları ortaya koyup, sinemanın trükajları göstermekteydiler.
Reklam filmleriyle başlayan Anna Karina bunun bir kraliçesiydi. Yaptığı danslarında hem kolektif olanı sergilemekteydi, hem de olduğu gibi kendi bedeninin bireyselliğinin davranışlarını ve yüz mimiklerini göstermekteydi. Sanki boşluğa bakar gibi aynaya bakmaktaydı Godard’ın yukarıda bahsetmiş olduğum filminin bir sahnesinde. Sevgilisiyle kahvede ayrılma konuşması yapıyor; ikisi de aynadan birbirlerine bakıyorlar ve aralarında çelişki dolu ve mantık ötesi bir konuşmaya dalıyorlardı. Ayrılacaklar mı yoksa yine de yumuşayacaklar mı? Seviyorlar mı yoksa artık bitti mi aşkları?
Benzer bir şekilde Banda a Part filminin ilk sahnesinde iki delikanlı soğuk bir Paris grisi gününde üstü açık arabayı kullanırken uzun bir müddet kamera onları arkadan çekilmekteydi; konuşmaları havaya doğru yöneltilmişti; havaya konuşmaktaydılar. Boşuna konuşmak bu mudur? Veya bir gangster filminin sahnesini yeniden canlandıran iki arkadaştan biri ateş etmekte, diğeri ise düşüp ölü taklidi yapmaktadır. Ve Bastille’de güneş doğmaktayken ve "Franz Odile’in bacağını okşadı mı?" sorusunu Godard dış sesle sormaktayken, Anne Karina bisikletiyle oradan geçmektedir. Ve bir sahne sonra, Yeni Dalga’nın neredeyse bir şiarı bir öğretmen tarafından kara tahtaya yazılmaktaydı: "Klasik eşittir Modern". Godard, T. S. Eliot’tan alıntılamaktadır bunun benzeri bir lafı ve Anna Karina öğretmenin sorduğu soruya cevap vermektedir: "Yeni olan her şey otomatik olarak gelenekseldir". Godard’ın söylemiş olduğu gibi, "sağ ve sol arasındaki ayrımlardaki keskin ayrımı birbirine karıştırmayı" seviyorlardı. Truffaut ise "kendi kendisiyle çelişkiye düşmeyi" tercih ettiğini ileri sürmekteydi. Yeni Dalga’nın bazı yönetmenleri için: "İnsan oy atabilir, sanatçılar ise oy atmaz, tersine sanatçı karşı kamptan ilginç olanı çekip almalıdır!" Bu anlamda, Godard sineması devrimci sahneleri burjuva apartmanlarında çekerek, burjuvazi ve aşk arasındaki ikilemi bozmaktaydı. Tabii ki "burjuvalar da aşık olur". Anna Karina bu aşkı göstermektedir: İsyankar ve tatlı bir orta sınıf küçük burjuva. Bu bakış, döneminin küçük burjuva ve devrimci ayrımına set çekmektedir.
Her ne kadar Godard "Politik olanın ne olduğunu ve Cezayir Kurtuluş Cephesi'ni sadece televizyondan duyarım" demiş olsa bile, onunla ilk olarak Küçük Asker filmiyle oynamaya başlayan Anna Karina’nın oynadığı bu film siyasi olarak sansüre uğramıştır: Cezayir Savaşı ile ilgili olarak Fransa’nın eleştirisini içeren film gösterime girmez. Ardından ise, bu film kült filmler arasında sayılmaya başlanır. Anna Karina 1962 yılında Berlin Film Festivali'nde, Bir Kadın Kadındır filmiyle en iyi aktris ödülünü kazanır. 1967 yılında Serge Gainsbourg ile "Tam Olarak Güneşin Altında" (Sous le soleil exactement) adlı bir şarkı ile de ünlenir.
Yeni Dalga bir bakıma nasıl sinemanın gündelik yaşama ait olarak işlemeye başladığının altını çizmekteydi. İşin aslı sinema yapmak gibi sinema yapmamaktı: Yeni Dalga gündelik ve deneysel bir sinemaydı. Anna Karina ise bilhassa Godard’ın aşkı ve ikonasıydı. Kâhkül modasını o çıkarmadı mı? Boş bakışları ve hayatı kesen davranışları: Çılgın Pierrot filminin bir sahnesinde Anna Karina elinde tuttuğu bir makasla boşluğu kesmekteydi. Bunuel’in gerçeküstü sahnelerinden birinde gözün bir usturayla kesilme sahnesinde olduğu gibi, burada da bir kopma ilişkisi söz konusuydu. Zaten Yeni Dalga sineması eleştirmenlerin sinema yapmaya başladığı bir sinemayı ortaya koymaktaydı. Eleştirmenlerin gücünün, bu sefer, film sahnesini kurmaya başlamasının hareketi olarak da düşünülebilir bu Yeni Dalga. Bir kesme hareketi hayatın anlamını kesmekteydi; anlamsızlığı ve sıkıntıyı ortaya koymaktaydı. Bir başka benzer sahnede, Anna Karina, Jean-Paul Belmondo ile oynadığı rolde hem sakin hem de isyankar bir kadını canlandırmaktaydı. İkisi de tıpkı 1960’lı yılların gençliği gibi yumuşak ve romantikti ve aynı zamanda da isyankar ve devrimciydiler. Hayal dünyasının içinden geçen gündelik yaşamda haz ilkesine sarılmaya çalışmaktaydılar: "Sağlam ve sağlam olmayan" diye seslenmekteydi Çılgın Pierrot. Anna Karina ise eleştirmenlerin ileri sürdükleri gibi, 17 yaşında Paris’e gelmek üzere terk ettiği 'Danimarka Minimalizimi'ni beyaz pantolonuyla ortaya koymaktaydı.
Yıllar sonra Fransa’da Thierry Ardisson’un yaptığı bir televizyon programında, yirmi yıl sonra Godard ile karşı karşıya gelen Anna Karina’nın geçmiş döneme ait duygusallığı ile Godard’ın soğuk ve mesafeli bakışı arasındaki fark, belki de erkeğin sevgisiyle kadının sevgisi arasındaki farkı da mı göstermektedir? Godard sevgiden çok sinemadan söz etmekte, Godard ile birlikte yedi film yapan Anna Karina ise, aşkın yoksunluğundan (Godard’ın onu yirmi yıl boyunca hiç aramamış olmasından) söz edildiğinde, gözleri yaşararak program yapımcısından izin isteyerek kalkıp gittiğinde, duygularını saklayamayan biri ile Godard’ın lafı arasındaki diyalektik diyalog çözümlenmektedir: "Ben ise gittiğimde evimde ağlayacağım". Halbuki Anna Karina oynadığı bu filmde, Dreyer’in Jeanne d’Arc’ın Çilesi filminin dava sahnesine bakarak ağlamaktadır (Film içinde film).
1960’ların Yeni Dalgası ikonasıyla birlikte sinemayı değiştirdi. Ama Holywood sinemasının kuvveti altında dayanamayan Fransız ve Avrupa sineması, değiştirdiği sinemayı sürekli tutamadı. Dönem daha başka bir yere doğru döndü. Geçti gitti... Ama hala izlemeye ve ilham almaya devam etmiyor muyuz?