Alex Akimoğlu

23 Temmuz 2022

Lüks markaların gastronomi ile dansı

Moda-gastronomi ilişkisi bir hayli eskiye dayanıyor. 1981 yılında Paris'in simgelerinden biri olan Maxim's'i satın alarak ilk "restoran sahibi modacı'' unvanını elde eden Pierre Cardin, trendlere öncü olma geleneğini bu konuda da sürdürmüştü

Lüks dünyasının ünlü markaları, birkaç yıldan beri göz kırpmaya başladıkları gastronomi sektörüne iyice ısınmaya başladılar. Pandemi sonrası canlanmaya başlayan sektöre son katılımcı Alman markası Hugo Boss oldu.

Boss, Roma'da hizmete sunduğu lüks kafe konsepti ile "restorancılar" kervanına katılmış oldu. Ünlü pastacı İtti da Piazza ile işbirliğine giderek San Lorenzo in Lucina'da ilk restoran deneyimini başlatan Boss, siyah, beyaz ve bej renk paletini mekanın iç mimarisinde kullanarak marka kimliğini yansıtmaya çalışmış.

İki yıllık pandemi kâbusu sonrası, yatırımcılar patlama yaşayan bazı sektörlere yönelirken, moda dünyasının ünlü markaları rotayı gastronomi dünyasına çevirdi.

Aslına bakılarsa moda-gastronomi ilişkisi bir hayli eskiye dayanıyor. 1981 yılında Paris'in simgelerinden biri olan Maxim's'i satın alarak ilk "restoran sahibi modacı'' unvanını elde eden Pierre Cardin, trendlere öncü olma geleneğini bu konuda da sürdürmüştü.

Körfez Krizi sonrasında tröstler tarafından paylaşılan lüks markaların yeni yöneticileri, güncel stratejilerle bir dönemi sonlandırmışlardı.

Moda markalarının gastronomi ile ilişkisi, bu dönemden sonra başlamış, zaman zaman tröstler arasında rekabetler de yaşanmıştı.

Milano'nun en prestijli pastanelerinden biri olan Cova Montenapoline'nin satışını LVMH grubu elde edince, Prada Grup, yine Milano'nun lüks markalarından biri olan Marchesi ile yetinmek zorunda kalmıştı.

Lüks markaların aralarında evlilik yaparak prestijlerini birleştirme stratejisi birçok alanda devam ediyor.

Bazı daha küçük markalar ise kendi isimlerini taşıyan kafe veya restoranlar açarak bu yeni trende ayak uydurmaya çalışıyorlar. Londra'da açılan Burberry'in "Thomas" olarak adlandırdığı lüks kafe konsepti ve Jimmy Choo ‘nun Harrold's da açtığı total look pink konseptli "Choo Cafe''yi örnek olarak verebiliriz.

Dünyanın en prestijli markalarından biri olan Christian Dior, 1946 yılından bu yana hizmet verdiği Montaigne caddesindeki efsaneleşmiş binasının kapılarını iki yıllık bir tadilattan sonra görkemli bir açılışla tekrar açtı.

LVMH Grubu'nun en önemli kartlarından biri olan Dior, geçtiğimiz mart ayında tamamen yenilenmiş olarak fanları ile buluştu. Mimari geçmişi ihtişamlı olan Dior binası tarihinde ilk kez olarak bir restoranın açılışına tanıklık etmiş oldu.

Amerikalı mimar Peter Morino'nun maestroluğunda tasarlanan ve "Monsieur Dior" adı verilen restoranın dekorasyonunda markanın kurucusu Christian Dior'un kodlarının kullanılmış olduğunu gözlemlememek imkânsız.

"Pied de poules" (Kaz ayağı) kumaş koltuklar, hacimli aynalar ve modacının çok sevdiği porselen takımlarla zenginleştirilen mekânda "Dior Atmosferi'' yaratılmış.

Dior, Fransa'nın güneyindeki Saint Tropez, Tokyo, Séoul ve Miami şehirlerinde boşalttığı gastronomi deneyimini bu kez ana binasına da taşıyarak iddialı olduğunu kanıtlamış oldu.

"Monsieur Dior'''un görkemli menüsü ise ünlü Fransız Şef Jean İnbert tarafından hazırlanıyor.

"Restorancı markalar'' listesi bir hayli uzun. Ralph Lauren'den Versace'ye, Chanel'in Tokyo Ginza'daki mağazasıda açtığı restorana birçok örnek verebiliriz.

Türkiye'de ise Vakko, Beymen, Gizia gibi markalar bu akıma öncülük ediyorlar.

Mutlu hafta sonları.