Akdoğan Özkan

18 Nisan 2016

Yoksa lale İstanbul’un sembolü değil mi?

'Dozer' bu şehrin gizli sembolü olmamalıydı! Ama öyle işte!

Nisan, şairin dediği gibi, “en zalim ay” olabilir. Ama rengarenk görüntüleriyle lalelerin adına İstanbul dediğimiz huysuz ve gri şehri parklarda, bahçelerde yeniden göz alıcı bir güzelliğe büründürdüğü de bir aydır. Ve yine bu ay daha önceki yıllarda olduğu gibi neredeyse her yerde laleden İstanbul’un tarihi sembolü olarak bahsediliyor. Peki doğru mu?

Yani, tabii bir şehirde insanlar “şu bizim sembolümüzdür” şeklinde bir iddiada bulunuyorsa, “yok hayır öyle değil” demek pek anlamlı değil. Ama bu iddianın tarihsel dayanaklarının izini sürebilir, geçerliliği olup olmadığına bakabiliriz.

Hadi sürelim ve bakalım öyleyse...

Bir kere önce şu tespit: 18. yüzyılda 1588 tür lalenin bulunduğu söylenen topraklarımızda 2000’li yılların başında tek 1 tür lale bile üretilmiyor, tamamı Avrupa’dan ithal ediliyordu. 2005’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi  (İBB) “Lale Evine Dönüyor” diye bir kampanya başlattı ve 2006-2012 yılları arasında İstanbul’un Çatalca, Silivri ve Şile ilçeleri ile İzmir Bayındır’da 493 üretici köylüye alım garantili mevsimlik çiçek yetiştirtti.

Bugün Türkiye bu çabaların sonunda bildiğim kadarıyla Avrupa’ya lale ihraç eder hale geldi. Kuşkusuz bunlar sevindirici gelişmeler. Ancak belirtmeliyiz ki, bu yetiştirilen türlerin 16. yüzyılda İstanbul’da var olan lale türleriyle ilgisi yok.

Ayrıca “İstanbul Lalesi” adı verilen o ünlü “sembol” tür, bugün ne Avrupa’da ne de Avrupa’dan çok uzun yıllar lale soğanı ithal etmiş Türkiye’de bulunabilen bir tür.

Aslına bakarsanız, geçmişte çok sevilmiş bu lale türünün kökeni de İstanbul değil. Bu laleler, Kırım’ın güneydoğusundaki Kefe şehri yakınlarından getirilen yabani bir türün “devşirilmesi” ile üretilmiş. Malum, sadece II. Selim’in saray bahçeleri için Kefe’den 300 bin adet lale soğanı getirttiği söylenir.

Kefe Lalesi” ismi verilen bu lale türünden Evliya Çelebi de ünlü eserinde bahseder.

Dolayısıyla bir kere, İstanbul’un sembolü olduğu ileri sürülen lalenin milliliği (!) ve de yerelliği  epeyce şüpheli. Çünkü çiçek yaprakçıkları hançere benzeyen ve uçları ince ve sivri olan bu lalenin Türkiye’ye endemik bir tür olmadığını biliyoruz.

On the Origin of Tulipa” kitabının yazarı, botanikçi M. H. Hoog, bu türün Kırım bölgesi steplerinde yetişen ve İstanbul'a “Kefe lalesi” olarak gelen yabani bir tür olan “Tulipa Schrenkii Regel”den elde edilmiş olabileceği kanısında. Genel bir tür olarak lalenin ilk olarak Pamir Altay ve Tien Şan dağlarında bulunduğunu düşünen Hoog, soğanlarının buradan Kafkaslar’a, oradan da Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılmış olabileceği düşüncesinde.

Bugün İstanbul lalesine en çok benzeyen tür Avrupa'da “Tulipa Acuminata Vahl” adıyla yetiştiriliyor.

Ancak bugün istesek bile geçmişin o ünlü İstanbul lalesi türünü bulup satın alamıyor, belki daha da kötüsü (!), kendisiyle bir “selfie” bile çektiremiyoruz. Çünkü onun nesli tamamen tükenmiş durumda.

Bir ara “İstanbul lalesi”nin yeniden hayat bulması için İstanbul Üniversitesi bünyesinde gen araştırması çalışmaları yapıldığını duymuştum. Çalışma hangi safhada bilmiyorum. Ama soyunun genetik özelliklerini taşıyan soğan elde edilmedikçe “İstanbul lalesini” (!) şehre dönmüş sayamayız. O dönene kadar da parklardaki lalelerin İstanbul’un tarihi sembolü olan lale olduğunu söylememiz pek mümkün olmayacak sanırım.

O eski laleleri merak edenler için ise, gidilecek belki de en güzel adres, Emirgan Parkı’ndan ziyade Eminönü’ndeki Rüstem Paşa Camii olacaktır. En azından benim için öyle. Zira dünyanın belki de en zarif camisi olan Rüstem Paşa’daki çini panolarda neredeyse 40 tür laleye rastlamak olası. Bu panolar anıt eserlere süsleme motifi olarak girmiş lalenin şehir hayatında bir zamanlar ne denli önemli olduğunun da bir göstergesi.

Bunca el üstünde tutulmasına rağmen, lale, özellikle 18. yüzyıl ortalarından itibaren -Osmanlı’nın pek çok kıymeti gibi- yavaş yavaş seyrelip ortadan kayboldu. Bu arada bazı Batılı araştırmacılar kimi lale türlerinin tohumlarını kendi ülkelerine götürdüler. Bu bitkilerin yapısıyla oynayarak gittikleri ülkelere özgü türler haline getirdiler. Genetik yapısı değiştirilmiş bu laleler de zamanla bize geri satıldı.

Kısacası bugün için lalenin “İstanbul’un sembolü” olduğunu söylerken iki kere düşünmemiz lazım. Zira biz “sembol” lale türünü yitirdik, nesli tükendi.

Zaten bana kalsa “İstanbul’un yaşayan tarihi sembolü” rolü için, bilimsel literatüre bir ilçemizin antik adını (Halkedon) da nakşetmiş “Kadıköy acıçiğdemi” (Colchicum chalcedonicum) “daha uygun sanki.

Uygun ama 2000’li yılların başlarında Ali İhsan Gökçen isimli fotoğraf sanatçımız tarafından bir sonbaharda Ömerli havzasında fotoğraflanmış bu “Kadıköy acıçiğdemi”nin de nesli tükenmek üzere.

Günümüzdeki bu lalemanya içinde bu gerçek kimsenin umurunda da değil. İnsan en azından Kadıköy Belediyesinin bu türe ve yaşadığı doğal alanlara sahip çıkabileceğini umuyor.

Ama işte burası Türkiye! Öyle olmuyor!

Galiba böyle bir türün değerini anlayabilmemiz için önce kökünü kurutup neslini yok etmemiz gerekiyor. Ancak ondan onlarca, belki yüzlerce yıl sonra “sen ne güzel komşumuzdun bizim” diyerek bir vesileyle önemini kavrayacak ve sonra da o özel çiğdem türü artık hayatta olmadığı için ona benzeyen türleri ithal ediyor olacağız. Ardından da ithal ettiğimiz türü eşe dosta ürettirecek, peşi sıra da ihraç edip böbürleneceğiz. Ama bu arada giden gitmiş olacak!

1764 tarihli Ferâhengiz isimli bir risalede Osmanlı’da tür sayısının 1588 olarak verildiği ileri sürülüyor. Doğruysa çok büyük bir rakam! Her vesileyle “ecdad” edebiyatı yapan yöneticilerle dolu bu memlekette bugün -lale türlerimizin sayısı olmasa da- en azından İstanbul Üniversitesi Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi ve Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi gibi iftihar edeceğimiz botanik parklarımızın sayısı bu rakamı bulmuş olmalıydı. Ama değil işte.

Ve tabii “dozer” bu şehrin gizli sembolü olmamalıydı! Ama öyle işte!

@akdoganozkan