Akdoğan Özkan

07 Ekim 2024

Yaptırımlar, usanç ve BRICS

Ekonomik bir savaş biçimi olarak devreye sokulan yaptırımlar ve küresel temsilde adaletsizlik dünyadaki usanç cephesinin genişlemesine yol açarken kuralların yeniden yazılması yönündeki çabalar da gözden kaçmıyor

“Ambargo” sözcüğünü belki de ilk kez olarak 1974’te ABD sayesinde öğrenen Türk halkı ve medyası “yaptırım” sözcüğüyle de -hastaları taşıyan ambulansların dahi ırk ayrımı temelinde belirlendiği- ayrılıkçı Güney Afrika rejimine 1990’lara doğru bazı Batı ülkelerinin uygulamaya çalıştığı ticari müeyyideler sayesinde tanıştı, desem sanırım yanlış olmaz. Başlarda “yaptırım” dediğimiz olguyu “kurallar temelli uluslararası toplumun” olmazsa olmaz hukuki ilkelerinin gereği zannederken, bir süre sonra bunun bir ekonomik savaş biçimi olarak devreye sokulduğuna tanıklık etmeye başladık. Yaptırımlar Washington yönetimince bir rejim istikrarsızlaştırma/devirme aracı olarak özellikle 2000’li yıllarda yoğun biçimde kullanılmaya başlandı. ABD dünyayı giderek artan bir dozda yaptırımlarla yönetmeye çalışıyordu.

Türkiye’nin ticari performansını da yer yer dolaylı olarak etkileyen bu “yaptırımlar” gün geldi bizi doğrudan vurur da oldu. Ama tabii sadece bizi değil! ABD yaptırımları coğrafi olarak genişleyip, katman bakımından derinlik de kazandıkça bunun uluslararası piyasalarda güvenilir bir ödeme aracı olarak ortak kabul görmüş para birimi olan ABD doları üzerinde de etkileri olmaya başladı. Zira, yaptırımlara maruz kalan ülkeler ya da ticareti bu yaptırımlardan etkilenenler ABD doları temelli ödeme standardının dışında arayışlara yöneliyordu. (Takdir edersiniz ki bu arayışların -içinde bizim de adımız geçen- trajikomik yansımaları da oluyordu ama tabii burada konumuz bu değil bugün.) Bu alternatif arayışlar son yıllarda hızlandı ve epeyce meyve verdi.

Dolardan kaçış hızlanıyor

Mesela, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelen Hindistan ve dünyanın en büyük hammadde kaynaklarına sahip ülkesi Rusya ikili ticari ilişkilerinde ABD dolarını terk etme yoluna gitti. Yerel para birimlerini kullanmaya başlayan bu iki ülke ulusal ödeme yöntemleri RuPay ile MIR'i entegre etmeye de karar verdi.

Gelişme bu ülkelerle sınırlı kalmadı. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de petrol ticaretinde dolar kullanımına resmen son verdiğini açıkladı. Hedef yerel para birimlerinin kullanılmasıydı. Ticaret hacimlerini genişletirken masrafları kısmayı da sağlayan yerel para birimi kullanımını ikili ticarette Çin ve Brezilya da uygulayacağını açıkladı.

Dolardan uzaklaşılıyordu. Rusya- Ukrayna krizi dolardan uzaklaşma eğilimine ivme katan önemli bir tarihi kilometre taşı oldu. Tabii bunun bir sebebi de Batı’nın Moskova’ya yönelik, bir kısmı doğrudan kendisini vuran yaptırımlardan biri olan Rusya’nın SWIFT uluslararası bankacılık sisteminden çıkarılmasıydı. SWIFT’ten çıkış Rusya ile çok sayıda ticaret ortağını, birçoğu mevcut yaptırımlardan çok önce tartışılmaya başlanmış alternatif ödeme mekanizmaları geliştirmeye teşvik etti. İş bununla da sınırlı kalmadı ve Rusya BRICS ülkeleriyle ticarette ulusal para birimlerini kullanmaya başladı. Ayrıca BRICS üyeleri uluslararası ticarette kullanılacak bir ödeme ve mutabakat yöntemi geliştirmek için de çalışmaya başladılar.

Gelişmeler finans piyasalarını da belirli vadede etkileyebilecek görüntü veriyordu. 2023 yılına geldiğimizde, küresel finans dünyasının en şöhretli kurumlarından J. P. Morgan, “De-dollarization: Is the US dollar losing its dominance?” (Dolardan çıkış: ABD doları hakimiyetini mi yitiriyor?) başlığıyla bu riski açık açık dile getirirken, bir yandan da Batı’daki piyasaları “ABD doları küresel çapta çok güçlü ittifak ve ortaklıklara sahiptir ve çok güçlüdür, o yüzden bu eğilim ciddi bir hızda olmaz” şeklinde yatıştırmaya çalışıyordu. Demek ki mesele, bu gelişmenin durdurulabilir olup olmadığı değildi. Mesele gelişmelerin seyrinin hangi hızda gerçekleşeceğinde düğümleniyordu.

Türkiye de kervana katılıyor

Bu arada, Türkiye de bu gelişmenin dışında kalmıyordu. Mesele, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) ile Çin Merkez Bankası’nın ikili ticarette yerel paraların kullanılması amacıyla ihtiyaç duyulan teknik altyapıyı geliştirdiğini öğrendik. Böylece iki ülke firmalarının ticaret yaparken üçüncü ülke parası yerine Türk Lirası ve Yuan'ı kullanmalarının önündeki engel kalkmış oldu. Derken Türk Telekom Çinli firmalarla yürüttüğü uluslararası ticari işlemlerde Yuan kullanmaya başlayacağını açıkladı.

Dolardan çıkış ya da dolarsızlaşma hareketinin başını BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ülkeleri çekiyordu. Olay doların ikili ticarette kullanımının eski gücünü yitirmesiyle sınırlı da olmadı. Bazı ülkeler ABD Doları cinsinden varlıkları da ellerinden çıkarmaya başladı.

Örneğin BRICS ülkeleri 2022'den bu yana milyarlarca dolarlık ABD Hazinesi tahvili sattı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Çin özelinde yaşandı. Pekin yönetimi, sadece 2024'ün ilk çeyreğinde 53,3 milyar dolar gibi rekor değere sahip ABD Hazinesi ve kurum borç tahvillerini elden çıkardı. Dikkati çeken bir husus da dolar cinsinden varlıklarını satan ülkelerin rezervlerinde büyük miktarda altın biriktirmeye başlaması oldu.

Asıl sorun ticaret açığı

Tabii bütün bunların temelinde yatan asıl sorun, Amerika’nın dış ticaretinin büyük boyutlara varan açıklar vermesi. Ulusal borcu her 100 günde 1 milyar dolar artarak bugün 35,6 trilyon dolar seviyesine gelen ABD, bu açıkları kapatmak için gidişatı tersine çevirecek politikalar üzerine odaklanmak yerine militarist yöntemlere, onları rahat kurgulayamadığı yerlerde de yaptırımlar silahına sarılmayı tercih ediyor.

Aslına bakılırsa, ABD 1930’larda benzer sıkıntılı bir süreç yaşamıştı. Franklin Roosevelt 1933 yılında ABD Başkanlığı görevine geldiğinde, ülke tarihinin en kötü ekonomik krizine doğru baş aşağı istikamette ilerliyordu. “Büyük Buhran” ile mücadele kapsamında bir dizi deneysel program yürürlüğe koyan Roosevelt ekonomik büyümeyi özendirmek için federal (kamu) harcamalarını artırmayı seçse de Washington bu krizden ancak İkinci Dünya Savaşı’nın imkân(!) tanıdığı devasa askeri harcamalar sayesinde ve o savaştan büyük teknolojik üstünlükle çıkarak, makine-kimya, otomotiv, ağır sanayi ve ara malı imalatında önemli bir üretici olarak belirerek kurtulabilecekti.

ABD benzer bir “açık” sıkıntısını 1970’lerin başında da yaşamıştı. 1944’teki Bretton Woods anlaşmasıyla ortaya konan uluslararası sistemde altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olarak belirlenmiş ABD Doları'nın bu özelliği 1971 yılında Nixon yönetimince yürürlükten kaldırılmış ve devalüe edilmişti. Nixon, ABD dolarının hem 1 ons altın başına, 35 dolar olarak sabitlenen konvertibilitesini hem de belli başlı diğer para birimleriyle sabit bağlantılarını sonlandırıyordu. Militarizmin ekonomi için bu kez çare olamayacağını gören Nixon ABD’yi saplandığı Vietnam batağından kurtarmak, istihdam yaratan bir program oluşturmak niyetindeydi. Ancak uluslararası finans sisteminin yegâne çapasını ortadan kaldırmak anlamına gelen bu “altından kopuş” uzun sürecek bir enflasyon döneminin de kapısını aralayacaktı.

Yaptırımlara katılmama şartı

Tabii ABD’nin bu arayışlarının ve kapı aralamalarının ister istemez bedelleri oluyordu. ABD’nin bugün seçtiği ve kâh militarizme kâh ekonomik savaş aracına dayalı yol, kendisine çok kutuplu bir kalkınma modeli çizmeye çalışan ülkeler için epeydir usandırıcı bir görünüm çiziyor.

Örneğin ABD'nin İran'a uyguladığı yaptırımlar, bir zamanlar bu ülkede büyük bir pazar payına sahip olan Hint çayı ve pirinç ihracatçıları için çok ciddi sorun yarattı. Ama tabii Washington’un umurunda bile değil, aldığı kararların milyarlarca insanı nasıl etkileyeceği! Ayrıca, Hindistan'ın, en önemli enerji kaynakları, savunma sistemleri ve gübre tedarikçisi olan Rusya ile ticareti, Ukrayna ihtilafı nedeniyle Moskova'ya uygulanan ABD öncülüğündeki yaptırımlar nedeniyle sekteye uğramıştı. Hindistan ABD ve dolar düşmanı bir ülke değildi. Ama Yeni Delhi yönetimi yaptırımların etkilerini hafifletecek birtakım yollar aramak zorundaydı.

Geçenlerde Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Carnegie Endowment for International Peace’de düzenlenen bir etkinlikte konuşan Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, Hindistan'ın “dolara karşı kötü niyetli olmadığını” ve doları hedef almanın Hindistan’ın “ekonomik, politik veya stratejik politikasının” bir parçası olmadığını özellikle belirtmek durumunda kalıyordu. Şöyle diyordu devamında: "Ancak, bazen siz [ABD] dolar kullanımını zorlaştırıyorsunuz. Ticaret ortaklarımızla sizin politikalarınız yüzünden ticaret zorlaşıyor. Açıkçası biz de çözüm aramalıyız.”

Jaishankar sözleri, BRICS’in bu usanca karşı büyüyen bir cevap olarak da görülebileceğini göstermiyor mu?

Genişleyen usanç cephesi

İşte o usanç cephesinde geçen hafta önemli bir gelişme oldu. BRICS’in dönüşümlü başkanlığını üslenen Rusya’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, topluluğa katılma koşullarını açıklarken, “topluluk üyelerine karşı yürürlüğe konmuş gayri meşru yaptırımlara katılmamayı” ana şartlardan biri olarak gösterdi. Egemen bir politika izlemek, uluslararası ve bölgesel meselelerde önemli bir role sahip olmak, BRICS ülkeleriyle iyi komşuluk ve dostluk ilişkileri kurmak gibi koşulların yanı sıra açıklanan bu yeni şart bizim medyamızda kendisine pek bir yer bulmadı belki ama çok çok önemli. Zira bu şart bazı ülkelerin stratejik vizyonlarını iyice gözden geçirmesini de gerektirebilecek.

2006 yılında kurulan ve 2011 yılında sadece Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika gibi ülkelerin üyeliğinden oluşan BRICS, İran, Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Etiyopya'nın 1 Ocak 2024’teki resmi katılımıyla birlikte 10 üyeye genişlemiş durumda. Artık BRICS+ olarak anılan organizasyona üye ülkeler, küresel finans kuruluşlarının tahminlerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 46'sını ve küresel GSYİH'nın yüzde 36’sından fazlasını oluşturuyor. BRICS+’e üye olmak istediğini resmi yollardan iletmiş çok sayıda yeni ülke de var: Cezayir, Bangladeş, Bahreyn, Belarus, Bolivya, Küba, Honduras, Endonezya, Kazakistan, Kuveyt, Fas, Nijerya, Filistin, Senegal, Tayland, Venezuela ve Vietnam yer alıyor. 22-24 Ekim tarihlerinde Rusya’nın Kazan şehrinde düzenlenecek BRICS+ zirvesinde organizasyonun bu 17 ülkenin katılımlarıyla genişlemesi konusu da görüşülecek. Başvuru sayısı 17 de olsa üyelikle ilgilenen ülkelerin sayısının 34’ü bulduğu da söyleniyor.

Temsilde adalet

Tabii yukarıda sözünü ettiğim usanç yaptırımlar ile sınırlı da değil. Küresel kurumların günümüz dünyasını temsil edemeyecek ölçüde mefluç bir hale geldiğini düşünen ülkeler, Birleşmiş Milletler’in temsil düzeyini geliştirme konusunda önlerinin tıkanmasından da bıkmış usanmış durumdalar. BRICS’in önde gelen üye ülkelerinden Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika, geçen haftalarda New York’ta düzenlenen 79’uncu BM oturumunda, küresel kurumları günümüz dünyasını daha iyi temsil edecek hale getirmenin en önemli öncelik olduğunu bu yüzden vurgulamak durumunda kaldılar. Bu üç ülkenin dışişleri bakanları, yaptıkları ortak açıklamada, gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişim ve ekonomik karar alma süreçlerindeki etkisini artırmak için BM Güvenlik Konseyi'ni (BMGK) genişletme konusundaki kararlılıklarını dile getirdiler.

Velhasıl, ABD’nin yaptırımlar üzerinden dünyaya biçim verme ve “tedip” çabası sürdükçe, usanç cephesinin genişlemesi de kaçınılmaz olacak ve birçok ülkeyi stratejik vizyonlarını gözden geçirmeye ittiği gibi küresel kurumlarda denge kurma çabalarına da yöneltecektir. Bunların adresi bugün BRICS olur yarın başka bir şey olur, bizi son örneğini Filistin ve Beyrut’ta olanlar karşısındaki kayıtsızlıkta gördüğümüz vâhşi karanlıktan ve imparatorluk pençesinden az da olsa kurtaracak, biraz daha dengeli, adil ve eşit ilişkilerin yürürlükte olduğu bir dünya fena mı olur!