Arap dünyasında “El harb el’ehliyye es-Suriyye” olarak anılan Suriye Savaşı’nın yedinci yılı 15 Mart tarihi ile birlikte tamamlanmış oluyor. Bu savaşın 2011’de nasıl başladığını öğrenmek üzere eldeki mevcut kaynakları açıp okumaya kalktığınızda, ülkede baş gösteren kuraklık, enerji sıkıntısı ve gıda fiyatlarındaki artış karşısında sokağa dökülen muhalefete hükümetin sert müdahalesinin kıvılcımı çaktığı ve isyancı grupların kendilerini savunmak için silaha sarıldığı şeklinde anlatılar okursunuz.
Bu anlatımlarda görece bazı doğruluk payları olmakla birlikte savaşı iktisadi arka planıyla anlamanıza da yetmez, çok eksik kalırlar.
Çünkü bu anlatılarda ne tohumları “barış” zamanı atılmış jeo-politik mücadelelerin izlerini görebilirsiniz ne de ne de isyancı denilen gruplara Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve NATO ülkelerinin nasıl ve şartlarla silah tedarik ettiğini! Aşağıdaki satırlarda ben de köşenin ve kendi bilgimin sınırları dolayısıyla pek çok hususu eksik bırakacak da olsam, niyetim Suriye Savaşı’nın bundan tam 7 yıl önce hangi iktisadi saiklerin de etkisiyle patlak verdiğini göstermeye çalışmak
“Özgün” bir savaş mı?
Suriye Savaşı elbette kendine özgü dinamiklerin çaktığı kıvılcımlarla start almış bir savaş. Ama aslına bakarsanız, son 35-40 yıldır bu coğrafyada yaşanan her savaşta büyük ölçüde hep aynı savaşın, 1980-1988 arasında yaşanan ve 1 milyon kişinin hayatını kaybetmesine yol açan İran- Irak savaşının tekrar tekrar yaşandığını görürsünüz.
Onca zaman zarfında Ortadoğu’da meydana gelen pek çok savaş o coğrafyanın hangi köşesinde hangi aktörler arasında vuku bulursa bulsun, bunların arka planına baktığınızda ABD’nin (ve bölgedeki en büyük müttefiklerinden Suudi Arabistan’ın) İran’a karşı verdiği bir mücadeleyi görürsünüz. 2011’den bu yana Suriye İç Savaşı’nda olan da temelde böyle bir mücadele. Burada Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve NATO destekli Sünni cihatçılar Rusya’nın desteğini arkasına almış Şam yönetimi ile savaşıyor gibi görünüyor belki. Ama aslında savaş ABD (ile NATO ve KİK müttefikleri) tarafından İran’a karşı bölgeyi arzuladıkları gibi dizayn etmek üzere veriliyor. Bir farkla: Bu kez mücadele İran ya da Lübnan topraklarında değil Suriye ve Irak topraklarında yaşanıyor.
Uzun vadeli hedef, bölgede giderek artan bir politik ve ekonomik nüfuza sahip olan ve bölge için düşünülen tasarımın önünde engel olarak duran İran rejimini devirmek. Ancak Tahran’da bir rejim değişikliği sağlamanın yolu, önce bu ülkenin bölgedeki müttefiki olan Suriye’yi istikrarsızlaştırıp parçalamaktan geçiyordu. Zira Suriye düşerse Lübnan da düşecek. Nereye düşecek? Tabii ki KİK desteğini arkasına almış Selefi cephenin kucağına! Yani Suriye’de bir rejim değişikliği Washington yönetiminin İran’a yönelik planlarının sadece ön adımlarından biri.
Bu arada böyle bir “planı” öyle komplo teorisi falan olarak “sallıyor” değiliz. Bu, Batı’daki askeri yetkililerce çeşitli düzeylerde dile getirilmiş bir gerçeklik. Nitekim, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin İran’ın da aralarında olduğu “Şer Ekseni”ndeki ülkelere askeri saldırı gerçekleştireceğini daha 2003’te kaleme aldığı “Winning Modern Wars” (Wesley Clark, s. 130, New York: Public Affairs, 2003) isimli kitabında söylüyordu. ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiğini belirten Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak Washington’un hedefinde yer alacak bütün ülkelerin adlarını da veriyordu: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Clark aslında benzer sözleri 1991’de o tarihte Pentagon’un 3 numarası olan Paul Wolwovitz’den de duymuştu.
Anlaşılan Irak’tan sonra sırada Suriye olacaktı. Suriye’de rejim devrilirse; Lübnan (ve Hizbullah) daha kolay lokma olacak ve bu sayede İran’ın Akdeniz’e uzanmasının önüne geçilebilecekti. İş kâğıt üzerinde çok zor da görünmüyordu. Zira devlet başkanının Alevi olduğu Suriye’de nüfusun yüzde 73’ü Sünni idi. Ülkede Esad yönetimine son verilerek Selefi dostu bir rejim kurulabilirdi. Bu kurulabilirse ya da ülke parçalanır ve “faydalı” kısmına el konulursa, bu durum hem İran’ın bölgede izole edilerek yalnızlaştırılmasına hem de Rusya’nın Ortadoğu’daki etkisinin kırılmasına olanak verebilirdi. Ortadoğu’nun kuzeyinde Suudi Arabistan ve İsrail’in hasmı olan bir Şii aksın başat konuma gelmesinin önüne bu şekilde geçilebilirdi.
İran neden önemli bir güç?
Buraya kadar yürütülen argüman okurlara makul gelebilir. Ama bir soru kafaları kurcalayabilir. Dışardan yoksulca bir ülke görüntüsü çizen İran nasıl oluyor da küresel bir deve kafa tutabilecek bir ekonomik güce sahipmiş gibi tarif ediliyor? İran’ın o bahsettiğimiz gücünün kaynağı tam olarak ne? Ve Tahran’ın Akdeniz’e uzanması ne anlama geliyor?
150 milyar varil petrol rezervi ile İran’ın bu alanda çok önemli bir oyuncu olduğunu zaten biliyoruz. Bölgede bir petrol üreticisi olarak Suudi Arabistan’ın da belki bir numaralı rakibi. Beyaz Saray’ın geçmişte iyi ilişkilere sahip olduğu İran’ın üzerini 1970’lerde çizip enerji tedarikçisi ve müttefiki olarak Suudi Arabistan’ı tayin ettiğini de biliyoruz. Bunun nasıl olduğunu daha önce ayrıntılı olarak bu köşede anlatmıştım. Ancak bunların yanı sıra bilmeliyiz ki, İran petrol üreticisi olduğu kadar aynı zamanda bir doğalgaz üreticisi ülke. İran Körfezi’nde bir kısmı İran’a, bir kısmı ise Katar’a ait olan ve Güney Pars Doğalgaz Sahası denilen offshore bir havza var. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) rakamlarına göre, burada İran’a ait 14 trilyon m³’lük bir kapasite bulunuyor ve bu da İran’ın doğalgaz rezervlerinin sadece yüzde 40’ı anlamına geliyor. Kısacası, İran doğalgaz rezervleri ile dünyanın bir numarası. Ancak yıllar süren ABD ambargosu ülkenin bu alana altyapı yatırımı yapmasına ve üretimi artırıp zenginleşmesine engel oldu. Doğalgazı bol, ama bunun üretiminde ve ihracatında istediği yerde olmayan bir ülke İran. Oysa bu doğalgazını önce bölgedeki ülkelere, daha sonra da Avrupa’ya ulaştırarak makûs talihini kırmak istiyor Tahran. Adımlarını da hep buna göre attı.
ABD ise, önderliğini Suudi Arabistan’ın yaptığı KİK üyesi ülkelerle birlikte İran’ın Suriye, Lübnan, hatta Irak gibi müttefikleriyle birlikte ortak bir gelecek tasavvuru geliştirmesine engel olacak planlar geliştirme derdinde oldu.
Katar’ın Güney Pars havzasındaki (İran’ınkine komşu) doğalgaz yatakları bu tip planlar arasında belki de en önemlisi. Bölgedeki ABD destekli otoriter rejimler 2009 yılında Şam yönetimine, Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı için işbirliği teklif ettiler. Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğalgaz sahasından başlayacak boru hattının Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye’yi kat ederek Avrupa’ya ulaştırılması planlanıyordu. Suriye’ye yapılan teklifle, bu ülkenin İran etkisinden uzaklaştırılması da hedefleniyordu. Ancak Şam yönetimi bu teklifi reddetti.
Bu arada İran da boş durmuyor, müttefiklerinin de içinde yer alacağı alternatif bir proje geliştiriyordu. Tahran yönetiminin geliştirdiği proje uyarınca Güney Pars havzasından başlayacak olan bir boru hattı, İran doğalgazını Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’a ve Akdeniz’e ulaştıracaktı. İran bu şekilde Tahran’dan Lazkiye’ye ve Beyrut’a uzanan nüfuz aksını tahkim etmeyi ve KİK üyesi ülkelerin düzenini baypas ederek bu aks üzerinden Avrupa’ya doğalgaz pompalamayı umuyordu. İşler istenildiği gibi giderse hattın 2016’ya kadar inşa edilmesi planlanıyordu.
Şam tercihini İran’ın projesinden yana yapınca
Suriye de bu çerçevede İran ve Irak ile 10 milyar dolarlık doğalgaz boru hattı anlaşması için görüşmeler yapıyordu. Ambargoyla zayıflatılmaya çalışılan İran ekonomisi, uranyum zenginleştirme programıyla başladığı ve nükleer silah elde etmeye kadar uzanan yol haritasını bu projenin de sayesinde sorunsuz sürdürecek bir ekonomik serveti kucaklayabilirdi. Böylelikle, ABD’nin bölgedeki tek stratejik müttefiki olan İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlara Tahran da ulaşabilir ve bu şekilde bölgesel çapta büyük bir caydırıcı güce kavuşabilirdi. Bu, İsrail’in yanı başındaki belalısı olan Lübnan Hizbullahı’nın da güçlenmesi anlamına gelecekti. Bunlar hem İsrail hem de ABD için kolay kabullenilecek gelişmeler olmayacaktı.
Gelgelelim, 2011 yılında Şam yönetimi tercihini İran çıkışlı bu boru hattından yana kullanarak Tahran’ın projesine “evet” dedi. Temmuz ayında İran’ın Suriye ve Irak ile doğalgaz boru hattı ve sevkiyatı için bir mutabakat imzaladığını duyduk. Söz konusu hat üzerinden, Avrupa’ya Nabucco ile ilan edilenden yüzde 30 daha fazla gaz taşınması planlanıyordu.
Bu, Doğu ile Batı arasındaki enerji koridorlarının kavşak noktasında yer aldığını düşünen Türkiye için de güzel haber sayılmazdı. Avrupa’nın Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için AB ve ABD tarafından geliştirilen ve 2009’da imzalanan Nabucco boru hattından umduğunu bulamayan Türkiye yeni arayışlardan bir türlü sonuç alamıyordu. (Ancak “kötü haberler” bununla da sınırlı değildi. Türkiye ile İran arasında Güney Pars doğalgaz sahasında Kasım 2008'den beri sürdürülen ortak üretim çalışmaları da 2010 yılında sona erdirilmişti. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın, Güney Pars sahasında doğalgaz çıkarmak için İran ile yürüttüğü müzakereler mutabakat sağlanamadan bitmiş, enerji bakanımız bir gün ekranlara çıkıp "Güney Pars Sahası projesi bitti" deyivermişti. Anlaşılan İran’ın başka angajmanları olacaktı.)
İran ve Suriye “çok oluyordu!”
Washington yönetimin gözünde hem İran hem de Suriye artık çok oluyordu! Ama Şam’ın Katar doğalgazını temel alan projeyi kabul etmesi zaten “teorik” olarak çok mümkün değildi. Suriye, İran gibi dünyanın ikinci büyük doğalgaz rezervlerine sahip bir müttefike, Şii yönetimin iş başında olduğu bir komşuya (Irak) ve de Akdeniz kıyısında bir Rus askeri üssüne (Tartus) sahipken, elindeki stratejik üstünlüğü başkalarına kaptırmasına yol açabilecek ve kendisinin sadece bir figüran olarak konumlanmasına yol açacak Katar çıkışlı bir boru hattı projesine neden evet desindi? Katar, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’yi dolanacak olan ve Akdeniz’e kendisi dışındaki bir ülke üzerinden çıkış verecek boru hattı planlarının küçük bir oyuncusu olmanın kendisi için stratejik bir kıymeti yoktu.
Ayrıca Şam yönetimi o tarihlerde bir yandan da, kendisini ekonomik geri kalmışlıktan kurtararak bölgesel liderliğe bile yaklaştıracak “Dört Deniz Stratejisi” adını taşıyan bir vizyona sahipti. Akdeniz, Hazar Denizi, Karadeniz ve İran Körfezi’nin ortak bir enerji şebekesi olarak birbirine bağlanmasının hedeflendiği bu vizyon içerisinde, dünyanın Rusya ve İran Körfezi dışındaki en büyük petrol ve doğalgaz havzası olan Hazar havzasının özel bir önem vardı. Suriye’nin bu vizyonu, Çin’in kimi enerji ve hammadde ihtiyacını Ortadoğu cangılına girmeden Hazar havzasından karşılama vizyonuyla da örtüşüyordu. Çin’in planlarında Suriye’ye de yer vardı. Suriye, temelleri Rusya ile Çin tarafından Avrasya projesi olarak atılmakta olan bir enerji ve ticaret hattının -süper ligindeki olmasa da- ikinci ligindeki en önemli oyunculardan biri olarak sivrilme potansiyeline sahipti.
Şam yönetimi bununla da yetinmiyor ve kendisini bu enerji liginde süper lige taşıma potansiyeline de sahip görüyordu. Zira, Suriye, Ortadoğu’da,onshore (karadaki) rezervlerden doğalgaz üreten tek ülkeydi. Ülkenin doğalgaz üretiminin geçmişi Doğu Akdeniz’deki diğer ülkelerden çok daha eskiye dayanıyordu. Suriye’nin Akdeniz kıyılarında da doğalgaz rezervleri bulunmasına rağmen bunlar henüz üretime kazandırılamamıştı. Bunların kapasitelerinin yüksek olduğu ve ülkeyi ciddi bir doğalgaz üreticisi yapabileceği umuluyordu.
2011’de tam doğalgaz ihalesine çıkılırken
Şam yönetimi Akdeniz’deki offshore havzalarında doğalgaz arama ruhsatı verilmesi amaçlı ilk ihaleye 2007 yılı Mayıs ayında çıkmıştı. Ancak ilgi sınırlı düzeyde kalınca o tarihte herhangi bir kuruluşa ruhsat verilemedi. Suriye hükümet yetkilileri bunun sebebini yüksek keşif maliyetleri ile o tarihte petrol fiyatlarının düşük ve cazip oluşuna bağladılar. Ancak, “The Oxford Institute for Energy Studies” tarafından hazırlanan Aralık 2012 tarihli “East Mediterranean Gas: What kind of a game-changer?” isimli raporun yazarları olan araştırmacılar Hâkim Darbouche, Laura el Katiri ve Bassam Fattouh’a göre, gerçek sebep yeterli sismik verinin olmayışı, yüksek riske rağmen yatırımlardan arzulanan geri dönüşün alınamaması ihtimali idi.
Suriye’nin bilinen doğalgaz rezervlerinin büyüklüğü 2011 itibarıyla 300 milyar metreküp idi. Mevcut üretim ile bunun ülkeye 34 yıl yeteceği hesaplanıyordu. 2011 yılı Mart ayında Suriye doğalgaz olabileceği tahmin edilen üç offshore alanında arama ruhsatı verilmesi için yeni bir ihaleye çıktı (*). İhalede son teklif verme tarihi 2011 yılı Ekim ayı idi.
Ve savaş patlak veriyor
Ancak ihaleye çıkılan tarihlerde, yani 7 yıl önce tam bu günlerde ülkedeki enerji sıkıntısını, kuraklığı ve gıda fiyatlarındaki artışı protesto eden muhalefet sokağa inmişti. Kuraklığın vurduğu Suriye’de mazot sübvansiyonunun kaldırılması bardağı taşıran son damlalardan biri oldu. Göstericiler kaynakların kötü idare edildiğini savunuyordu. Derken gösteriler dalga dalga Hama, Humus, İdlip, Dera ve Şam’ın banliyölerine yayıldı. Talepler çeşitlendi. Komşu ülkelerden destek aldığı da anlaşılan kimi muhalif eylemlere Beşar Esad yönetimi sertlikle karşılık verince ABD ile müttefiklerine aradığı fırsat verilmiş oldu.
Şam belki böyle bir sertlik uygulamasaydı ülkedeki şiddet bugünkü boyutlara ulaşmayabilirdi, denebilir elbette. Ama varsayımsal böyle bir durumda gerçekte ne olacağını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Zaten olan oldu, gösteriler ABD ile onun NATO’daki ve Körfez monarşilerindeki müttefiklerinin katkısıyla Beşar Esad’ı iktidardan devirmeyi hedefleyen bir silahlı isyana dönüştü. Suriye, İran ve Irak arasında oluşturulacak boru hattına dair mutabakat zaptı imzalanırken ülkedeki savaş da Şam ve Halep’in kapılarına dayanıyordu.
Hillary Clinton’ın Dışişleri Bakanı olduğu ABD’nin ilk zamanlardaki tasarımı muhtemelen şuydu: Suriye’nin onay verdiği boru hattı projesinden zarar görecek Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi Sünni ülkeler el ele verirse, Irak’taki Sünnilerin de desteğiyle Suriye’de iktidarı “Müslüman Kardeşler” türevi bir yapı ele geçirebilirdi.
Kritik Perde: “Esad Kimyasal Kullandı”
Suriye İç Savaşı’nda en kritik perde 2013 yılı temmuz ayında Doğu Guta’daki sarin gazı saldırısının ardından açıldı. Suriye’deki muhalif güçler faciadan Beşar Esad yönetimine bağlı güçleri sorumlu tutmuştu. Olayı araştırmakla görevli BM heyetinin yaptığı araştırmalarda bu yönde bir kanıta rastlanamamıştı. Zaten olayda Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz'in yeğeni olan ve 2012 Temmuz – 2014 Nisan arasında ülkesinin İstihbarat Şefi olarak görev yapan Prens Bender bin Sultan’ın parmağı olduğu sonradan anlaşılacaktı. Cihatçı örgütlere Şam yönetimiyle olan savaşlarında yapılan yardımın arkasında yine o vardı. Guta katliamının faili de onun El Nusra’ya gönderdiği kimyasal silahlar idi. Associated Press’in (AP) Ürdün’ün başkenti Amman’daki freelance muhabirlerinden Dave Gavlak’ın facianın ardından bölgeye giderek tamamen yerel kaynaklara dayanarak yaptığı haber bu yöndeydi. Sarin gazı El Nusra Cephesi’ne iletilmek üzere bir grup isyancıya teslim edilmiş ve onlar tarafından bir tünelde muhafaza altına alınmıştı. Patlamadan bu silahlardan anlamayan, eğitimsiz isyancılar sorumluydu. Ancak AP, Gavlak’ın bu haberini kullanmayı reddedince, haber 9 Ağustos 2013’te Mint Press News’ta yer almıştı.
Ayrıca olaydan bir yıl sonra da ünlü araştırmacı Seymour Hersh, bir istihbarat görevlisinin açıklamaların dayanarak, saldırıda kullanılan sarin gazının Suriye ordusunun elindeki örneklerle uyuşmadığını açıklayacaktı.
Ancak Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve ABD BM heyetinin araştırma sonuçlarını bile beklemeden saldırıyı Suriye hükümet güçlerinin yaptığı şeklindeki iddiayı satın almış, dolaşıma çıkarmış ve aksiyonlarını kendilerince belirlemişti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu daha BM’nin konuyla ilgili araştırma raporu eline geçmeden medyaya demeçler verip “şüphe yok, kimyasal saldırıdan Esad rejimi sorumludur” demiş ve “bundan sonra uluslararası topluma büyük sorumluluk düşüyor," diye ilave etmişti. Türkiye bir anda Esad’ı düşmanı ilan etmişti. Oysa olayı araştıran BM heyetinin başında bulunan İsveçli bilim adamı Ake Sellström incelemelerini yapıp 16 Eylül 2013’te raporunu tamamlayacaktı. Rapor kimyasal saldırıyı kimin yaptığına dair herhangi bir bulgu içermemekle beraber, Sellström isyancıların delilleri manipüle etme çabası içinde olduğunu ima eden gözlemlerini de açıkça belirtecekti. Olaydan bir yıl sonra da ünlü araştırmacı Seymour Hersh, bir istihbarat görevlisine dayanarak, saldırıda kullanılan sarin gazının Suriye ordusunun elindeki örneklerle uyuşmadığını açıklayacaktı. Bu, olayın ABD ile müttefiklerini savaşın içine çekmek doğrultusunda kullanıldığı şeklindeki iddialara güç verir nitelikteydi.
Ancak olayın ardından bölgedeki isyancılara özellikle Körfez monarşilerinden silah yardım ve sevkiyatı arttı, ülkedeki Alevi katliamları hızlandı.
İran’dan gelecek doğalgaz boru hattı projesi de bu arada durdu. Suriye kendi offshore doğalgaz kaynaklarına dönük hiçbir şey araştırma/geliştirme yapamadı. (Daha da kötüsü ABD ilerleyen zamanda proksilerini kullanarak “IŞİD’den kurtarma” gerekçesiyle bazı bölgeleri işgal edince Şam yönetimi karadaki doğalgaz rezervlerinin de kontrolünü yitirdi).
İran’a kontrollü havuç uzatılıyor
Bu arada 2015 yılı Temmuz ayında önemli bir gelişme meydana geldi. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimî üyesi Almanya ile birlikte (P5+1), İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören bir anlaşmayı Tahran yönetimi ile imzaladılar. Savaşla sonuç almanın çok uzun zamana yayılacağının farkında olan Barack Obama liderliğindeki ABD yönetimi, İran’ın nükleer silah elde etmeye giden yollarını bu şekilde 15 yıllığına kapatmış oluyor, karşılığında da bu ülkeye yönelik ekonomik yaptırımları kademeli olarak hafifletme taahhüdü veriyordu.
Bunun ABD ve müttefikleri için başka anlamları da vardı. Tahran ile imzalanan anlaşma yaptırımlar öncesinde Avrupa pazarlarındaki payı yüzde 42 olan İran’ı enerji bahsinde (özellikle Türkiye ve Batı Avrupa pazarlarında) Rusya ile rekabet edecek ülke haline getiriyordu. Bu da Rusya’ya olan enerji bağımlılıklarını azaltmak isteyen Avrupalılar için ve “Avrupa’nın geleceğini Rusya’ya teslim etmek istemeyen” Washington için güzel haber idi. Belki bu sayede Rusya Suriye Savaşı’nda İran’a umulduğu şekilde frenler yaptırabilirdi.
Yedi yıllık savaşın bugün eriştiği noktada ABD ve (NATO & KİK temelli) müttefikleri belki ne Beşar Esad’ı devirebildiler ne Rusya’nın İran’a fren koymasını sağlayabildiler… Ama Suriye topraklarının üçte biri bugün onların işgali altında. Doğalgaz ile petrol yatak ve kuyularınca zengin en stratejik noktalarda onların ve proksilerinin askerleri var. Offshore rezervlerini değerlendirme imkânı bulamadığı için Mısır’dan doğalgaz ithal etmeyi sürdüren Şam yönetiminin, iktidarını korusa bile bu savaştan karadaki doğalgaz tesislerine yeniden kavuşarak çıkıp çıkmayacağı meçhul!
Şu an tek bildiğimiz, ABD’nin IŞİD’den kurtardığı (!) sahanın karakterinin savaşın iktisadi ve politik nedenlerine dair ciddi bir gösterge olduğu. IŞİD’in kovulduğu bölgelere bakarak savaşın bitmediğini de anlıyoruz.
(*) : Bu arada, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rekabetinde Suriye’nin en önemli rakiplerinden birinin -ülkedeki 7 cihatçı örgütü Şam yönetimine karşı mücadelesinde destekleyen İsrail olduğunu da hatırlayalım. İsrail bölgede bu konuya en çok yatırım yapan ülke zaten. Doğu Akdeniz’deki doğalgaz potansiyeline dair ilk ciddi keşfi de 2009 yılında onlar yaptı.
Bölgedeki en büyük rezervler, İsrail tarafından bu alanda arama ruhsatı verilmiş Noble Energy ve Delek Group tarafından Ocak 2009-Haziran 2010 arasında keşfedildi. Varlığı tespit edilen doğalgaz rezervinin tahmini toplam büyüklüğü 810 milyar metreküp idi. Bunun da 460-566 milyar metreküplük bölümü Hayfa yakınlarında idi. Leviathan olarak adlandırılan bu rezerv bloğu kıyıdan 135 km açıkta ve 1600 mt. derinlikteydi. 274 milyar metreküp büyüklüğe sahip diğer havzanın adı ise Tamar idi.
2012’deki sondaj bulguları İsrail’in Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin bilinenden de yüksek olduğunu ve tahminen 2,35 trilyon metreküp olabileceğini ortaya koyuyordu. 2017 yılında ise İsrail’in Ortadoğu’da artık ihracat potansiyeline sahip ciddi bir doğalgaz oyuncusu olarak belirdiği anlaşılacaktı. Sadece Leviathan havzasındaki doğalgazın bile İsrail’in 40 yıllık ihtiyacını karşılamaya yettiği söyleniyordu.
Tel Aviv’in bu alandaki keşif faaliyetlerini 2011 yılında (Güney) Kıbrıs takip etti. İsrail ve Kıbrıs’ın bu alandaki keşiflerinin akabinde Lübnan ve yukarıda belirttiğimiz gibi, Suriye de hareketlendi. Lübnan’ın elde ettiği 2D ve 3D sismik verilere bakılırsa, ülkenin elinde yaklaşık 336-700 milyar metreküp offshore doğalgaz rezervi bulunuyordu ve bu da iç pazara onlarca yıl yetecek bir büyüklüktü.
Ancak burası ülkeler arasındaki ihtilafların çok yoğun olduğu ve yeni ilişki setlerinin kurulması gereken bir coğrafya. Suriye ile İsrail, Lübnan ile İsrail, Güney Kıbrıs ile Türkiye, birbiriyle “kanlı bıçaklı” olmuş komşular. Bölge böyle bir kompozisyona sahip olunca doğalgaz arama faaliyetleri de kaçınılmaz olarak yeni gerilimler üretebiliyor. Örneğin Lübnan, İsrail’in kendisine ait gösterdiği doğalgaz rezervlerinin bir bölümünün kıta sahanlığı hukuku gereğince kendi karasularında olduğunu ileri sürüyor. Hatta Hizbullah Lideri Seyid Hasan Nasrallah, geçen yıl İsrail’e ellerini Lübnan’ın kaynaklarına uzatıp çalmaması uyarısında bulunarak, “Lübnan karasularındaki tesislerimize her kim zarar verirse, kendi tesisleri hedef olarak alınacaktır” dedi.
Bütün bunlara bakınca, insan Suriye Savaşı bir gün sona erse bile, sırada bir başkasının olmayacağından bir türlü emin olamıyor.