Suriye Arap Ordusu’nun müttefikleriyle birlikte isyancılara karşı elde ettiği Halep zaferi ülkede bir rejim değişikliğini gündemden kaldırmakla kalmadı, Suriye’nin batısındaki savaşı tamamen sonlandıracak barış inisiyatifinin de Cenevre’nin elinden çıkıp -en azından şu aşamada- Astana’ya geçmesine yol açtı.
Bundan 6-7 ay önce, Suriye sahasında bir bölgenin isyancılardan tamamen temizlendiği bu ölçekte bir gelişme meydana gelseydi, cephe hattında kalan savaşçıların ve sivillerin şehirden tahliyesi BM Suriye Özel Temsilcisi Steffan de Mistura başkanlığında yürütülen Cenevre görüşmelerinde alınan kararlarla uygulamaya konulurdu. Bu konudaki son sözler de ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rus meslektaşı Sergey Lavrov tarafından söylenirdi.
Oysa şimdi Cenevre -en azından Suriye’nin batısında- oyundan düşmüş görünüyor. Yakın tarihe Mistura şansını yeniden denedi, ama Rusya onun önerisine itibar etmedi. Sadece bu da değil; savaşı kaybeden taraf olarak Washington da masada yok. Suudi Arabistan, Katar falan gibi herhangi bir Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülke de.
Kim var peki? Savaşı sonlandırmaya yönelik ortak niyetlerini içeren bir deklarasyonu Moskova’da yayınlayan ve Suriye genelinde bir ateşkes sağlanması amacına dönük olarak Ocak ayı ortalarında Kazakistan başkenti Astana’da bir zirve gerçekleştireceklerini açıklayan Rusya, İran ve Türkiye var.
Bir başka deyişle ve manidar bir şekilde, Suriye’nin batısında çözüm odağı olarak artık Batı değil, nazarlara gebe bir şekilde, “Avrasya” öne çıkıyor.
Rusya, İran ve Türkiye üçlüsünün Moskova’daki peşrev faslı ile start alan görüşmelerinin önümüzdeki ay Astana’daki temel hedefi, kaybeden taraf(lar)ın Suriye hükümetine karşı verdiği silahlı mücadeleyi -bir ölçüde zevahiri kurtararak- sonlandırmalarını sağlayacak bir çözümün müzakeresi olacak. Müzakereler savaşı kaybeden ya da teslim olan savaşçılara ülke çapında af çıkarılması, kimi gruplara savaş sonrası Suriye’de siyasi temsil imkânı sağlanması ve İdlip bölgesine kısmi özerklik verilmesi gibi konuları ne ölçüde temel alır, bunları zamanla göreceğiz. Ama biliyoruz ki, bu görüşmelerde hedef, ülke çapında yürürlüğe girmesi umulan bir ateşkese (ve ilerleyen safhada bir barış anlaşması taslağına) ulaşmak ve bu ateşkes koşullarının Türkiye üzerinden uygulanacak baskı ile Suriye’deki silahlı muhalefete benimsetilmesini sağlamak olacaktır. Yoksa Cenevre’deki gibi, cihatçılara soluk aldıracak zamanı kazandırmak ve kartları (daha güçlü silahlarla birlikte) yeniden kardıracak oyun planlarına ulaşmak değil. O nedenle de Astana’nın başarıya ulaşma şansı kâğıt üzerinde Cenevre’den biraz daha fazla.
Tabii bunun en temel nedeni, Suriye coğrafyasında süren iki savaştan Batı’da yürütüleninin hükümete muhalif isyancı güçler tarafından Halep’te kesin bir şekilde kaybedilmiş olması. Bu savaşta Halep, Lübnanlı ve Iraklı Şii Milislerin, İran Devrim Muhafızları birliklerinin, Neyrab ve Handarat kamplarındaki Filistinli mültecilerin oluşturduğu Kudüs Tugayı’nın, Kürtlerin öncülüğünü yaptığı Suriye Demokratik Güçleri’nin ve Rusya’nın desteğindeki Suriye Arap Ordusu ile Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye desteğindeki isyancılar arasındaki savaşta kilit bir çatışma alanı oldu. Ve Esad rejimini devirmek, Halep’i de başkent yapmak isteyen gruplar yenildi. Kimdi bunlar? Bir yanıyla, El Kaide ile bağlantılı olan Nusra Cephesi -ya da yeni adıyla Şam’ın Fethi Cephesi! Bir diğer yanıyla da, Şam Cephesi, Şam Kolordusu, Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol Topluluğu, Asalet ve Kalkınma Cephesi, Birinci Alay, Nureddin Zengi Tugayı, Hür İdlip Ordusu gibi 50’ye yakın bileşenden oluşan Halep Fetih Ordusu.
Ve 20 Aralık 2016, aslında Ankara’nın Halep’te desteklediği grupların yenilgisini kabul ettiği tarih olarak kayıtlara geçti. 24 Aralık’ta da 65. Hükümetin Başbakanı Binali Yıldırım’ın ağzından öğrendik ki, artık Ankara’nın Suriye’deki hedefi bir “rejim değişikliği” ya da “Esad’ı devirmek” değil; bugün, Suriye’de bulunma sebebimiz, “güney sınırlarımızda yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal emniyetini sağlamak” (imiş.)
Böylece Ankara, Ahmet Davutoğlu’nun derin (!) kılavuzluğunda başlayıp iflas eden Suriye siyasetinde onun 22 Mayıs 2016 tarihindeki istifası akabinde uygulamaya koyduğu U-dönüşü sürecini yaklaşık altı ay sonra tamamına erdirmiş oluyor.
Bundan sonra Suriye’nin batısındaki savaş (İdlip, Şam’ın Doğu Guta bölgesi ve Humus’un kuzeyi başta olmak üzere) elbette devam edebilir. Ama bu durum kanın sadece biraz daha uzun bir sürece yayılarak dökülmesinden öte pek fazla bir anlam taşımayacak, savaşın sonucunu değiştirmeyecektir.
Sonuçta gelinen noktayı birileri “Halep’teki insani krize sivillerin tahliyesi yoluyla çözüm bulunması” şeklinde ambalajlamak isteyebilir. Sakıncası yok. Ama savaş bitti ve Halepliler günlerdir meydanlarda bunu kutluyorlar. En önemlisi, biliyoruz ki, dört yıldır isyancılar ile Suriye ordusu ve müttefikleri arasında çatışmalara sahne olan kent için hiçbir şey 20 Aralık öncesi kadar kötü olmayacak.
Bu, Suriye’nin batısındaki savaşta gelinen nokta. Ama tabii Suriye’de iki savaş var. Sonucu henüz belli olmayan savaş, Suriye’nin doğusunda süren ve temelde Kürtler ile İslam Devleti (DAEŞ) arasında yürüyen -Şam yönetiminin pek dahil olmadığı- savaş. Ankara’nın bundan sonraki gayreti, Batı’daki savaşın anlaşmayla sonlanmasına yapacağı katkı ve kazanacağı ağırlıkla, dahil olmasına (ABD tarafından) izin verilmeyen Doğu’daki savaşın başına daha fazla çorap örülmeden nihayete ermesini sağlamaya çalışmak olmalıdır. Tabii Doğu’daki bu savaş, Türkiye’nin Kürt Sorunu bağlantılı dertlerini de kapsayan ve Batı’da “Ankara’nın eksen kayması” olarak telaffuz edilen kaygıları da içeren çok daha karmaşık bir dinamiğe sahip. O yüzden ne şekilde ve ne zaman sonuçlanacağını şu aşamada bilmiyoruz. Kuşkusuz Ankara’nın İran ile ortak bir dil tutturma gayreti Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Ankara’nın elini rahatlatacak (PKK’yi Sincar’dan çıkmaya zorlamak gibi) hamlelere ikna olmasını kolaylaştırıcı bir etkide de bulunacaktır. Trump yönetiminin Türkiye’yi de yanına çekmek için Fırat’ın doğusunda da güvenli bölge oluşumuna yeşil ışık yakması mümkündür ve bu konuda Ankara’yı cesaretlendiren ilk sinyaller de alınmıştır.
Ama tabii hem doğu hem de batıdaki savaş bağlamında Türkiye için bundan sonraki süreç hiç de kolay olmayacaktır. Ankara’nın U-dönüşü ile kendisini ihanete uğramış hisseden ve bir şekilde intikam peşine düşecek ya da bölgedeki başka savaşçıklarda kullanışlı olma umudundaki cihatçı toplulukların Türkiye’yi Afganistan Savaşı sonrasındaki Pakistan’a benzer bir hale çevirmeye yeltenebilecekleri aylardır yazılıp çiziliyor.(*)
Ayrıca ülkeler arası sınırların savaşlarla çizildiği ve savaş ortamında şekillenen ittifaklarla güvence altına alındığı bir dünyada kalkışılacak bir ittifak ekseni değişikliğinin, “madem artık benimle müttefik değilsin, o sınırları da sana yar etmiyorum,” diyen şedid bir karşılık bulabilecek olması da işleri iyice zorlaştırıyor. “Her şey çok daha kötü olacak” şeklinde kestirmeden bir değerlendirme yapmak doğru değil belki ama, Ankara’nın 7 Haziran 2015 sonrasında yaptığı seçimlerle kendisini daha güvenli ve huzurlu bir noktaya taşımadığı da muhakkak. Hem kendi topraklarında hem komşularında kalıcı bir barışı ve çevresinde azami sayıda dost ve müttefik kazanmayı hedeflemeyecek bir Türkiye’nin bundan sonra daha da fazla sayıda sıkıntıyla boğuşacağını söylemek kahinlik olmaz. Buna ilaveten, Fırat Kalkanı operasyonunun aldığı son şekil ile başta El Bab çevresi olmak üzere Halep’in kuzeyinin “Türkiye’nin Vietnam’ı” haline evrilme ihtimali de azımsanmamalı!
Bütün bunlar, ve tabii gördüklerimiz ile görmediklerimiz tüm “yakıcılığı” ile ortada can acıtırken, bir yandan da umalım ki, Ankara Fırat’ın batısında giriştiği harekâtın bir benzerine Fırat’ın doğusunda kalkışmaz. Zira Türkiye’nin hali 2, 3 değil, “düşük yoğunluklu” türden bir tane Vietnam’ı (!) bile kaldıracak yapıda değil!
twitter: @akdoganozkan
(*) = Bu grupların Halep yenilgisi sonrası Türk hükümetinin pek arzu etmeyeceği tarzda yeniden şekilleneceği ve Ankara’nın karşısında istemediği yeni sorunlar da bulacağı bir gerçek. Bakın Ankara’nın yakın ilişkilere sahip olduğu Ahraru’ş Şam grubu bölünmek üzere. Hatırlanacağı gibi, 29 Kasım 2016 tarihinde yapılan Ahrar’uş Şam Şûra Meclisi lideri seçimini Ankara’ya yakın bir aday olan Ebu Ammar el-Ömer kazanmıştı. Ancak bu seçimlerde kaybeden ve Türkiye’nin güvenilir bir müttefik olmadığını düşünen Haşim el Şeyh şimdiden örgüt içinde kendi komutasında Ahrar Ordusu adıyla bir hizip oluşturarak, stratejik tercihleri dikkate alınmazsa örgütten ayrılacağı mesajını vermiş oldu. Örgütün eski el Kaideci Şam’ın Fethi Cephesi ile birleşmekten yana olan (Ebu Muhammed el Sadık ve kimilerine göre El Kaide’nin Ahraru’ş Şam içindeki köstebeği olarak nitelenen Ebu Huseyma gibi) önde gelen isimlerinin de Haşim el Şeyh yanında saf tuttuğunu unutmayalım.