Akdoğan Özkan

25 Aralık 2023

Postliberal bir dünyaya doğru

2023, “küreselleşmenin ölüm ilanı”na tanıklık etmişti. İnandırıcılığını son dönemde iyice yitiren liberalizmin “cenaze törenini” ise 2024’te yapacağımıza yönelik güçlü sinyaller var

2024, son kredi kırıntılarını da bu yılın sonlarında yitiren ve adeta kendi ölüm ilanını hızlandıran liberalizmin ardından dünyayı neyin beklediğinin sinyallerini alacağımız bir yıl olabilir. Bu sinyalleri Orta Doğu ya da Güney Doğu Asya’da aramaya gerek de yok. Bizzat kalbinde, artık eskisi kadar güçlü “kan pompalayamasa” da ABD’de bulacağız diye hissediyorum.

O nedenle gözlerimizi 2024 Başkanlık düellosunun Ocak ayındaki ilk önseçimler safhası yaklaşırken ABD’ye çevirmekte fayda var. 2024, ABD’de daha önce görmediğimiz nitelikte sürpriz gelişmelerin yaşanabileceği bir yıl olabilir. Bu yıl içinde özellikle şu sorulara cevap arayabiliriz kanımca:

BİR) Postliberal yükseliş ABD’de kimlerle ve nasıl ivme kazanacak?

İKİ) Donald Trump’ın ülkesinin istikametini postliberal bir rotaya çevirmesine izin verilecek mi?

ÜÇ) Trump’ın postliberal yükselişinde otoriter muhafazakarlık giderek güçlenen bir mevzi tutacak mı?

Başkanlık seçimlerine bir yıldan az bir süre kalmışken, Trump, Cumhuriyetçilerin beklenen adayı olarak çoğu kamuoyu yoklamasında Biden’ın önünde seyrediyor. (Siena Poll’ün 19 Aralık’ta yayımlanan kamuoyu anketine göre Trump 46-44 önde görünüyor.) Seçildiği takdirde, ABD-Meksika sınırını kapatmak için yürütmeden gelen yetkilerini kullanmaya söz vermiş olan Trump, geçen hafta önce New Hampshire’da sonra da Iowa’da yasadışı göçmenlerin ABD’nin “kanını zehirlediklerini” savunmuştu. Trump “Meksika'da kal” söylemiyle özetlediği sığınmacı politikasını yeniden ve daha da etkin hale getirmeyi, Biden yönetiminin yasadışı göçmenler için yürürlükte tuttuğu ve bu kişileri yakalayıp akabinde 10 yıl sonrasına mahkeme celbi vererek serbest bıraktığı uygulamaya son vermeyi planlıyor.

Tabii bizim asıl merak ettiğimiz, 2024 ABD’de rejimin değişeceği bir yıl olacak mı olmayacak mı, onu anlamaya çalışmak. Şimdi ne kastettiğimi açmaya çalışayım.

2022 ve 2023’teki “ölüm ilanları”

“2022 yılı sadece yaşanan askeri, siyasi ve ekonomik çalkantıları ile değil, ‘küreselleşmenin ölümünün ilanı’ ile de tarih sayfalarındaki özel yerini alacak gibi görünüyor,” diye girmiştim geçen yılın sonlarında kaleme aldığım bir değerlendirme yazısına.

2023 yılı da “kurallar temelli düzenin” hamisi olduğu iddiasındaki liberalizmin son kredi kırıntılarını da yitirdiği bir yıl oldu, sanırım. IŞİD’in 10 yıllık savaş süresince Suriye’de öldürdüğü sivillerin 4 katını İsrail ordusu Gazze’de sadece 2 ay içinde “halletti.” Ama “kurallar temelli dünya düzeninin” hamileri, Gazze’yi II. Dünya Savaşı’ndaki Dresden’den beter hale getirircesine bombalayan İsrail’e arka çıkmayı sürdürerek liberalizmin son kredi kırıntılarını da bonkörce çarçur ediyorlar. Hal böyle olunca da artık Angelina Jolie’yi bile ikna edemiyorlar.

İlginçtir, küreselleşmenin ölümünü “içerden” ilan etme işi Taiwan Semiconductor Manufacturing Company’nin (TSMC) kurucusu Morris Chang’a düşmüştü, geçen yıl. Dünyanın en büyük “chip” (yonga) üreticisi olan ve -Çin’e karşı hasmane tavrını upgrade etme kararlılığındaki- ABD’nin “davetiyle” Arizona’da muhtemelen 2025’te üretime geçecek devasa bir yonga imalat tesisi kurmakta olan Chang, geçen Aralık ayında yaptığı tarihi nitelikli konuşmasında, “Küreselleşme hemen hemen öldü, serbest ticaret de öyle. Birçok insan halen onun geri gelmesini arzuluyor, ancak böyle olacağını sanmıyorum,” şeklinde konuşmuştu Nikkei Asia’ya.

 “Liberalizmin Ölümü”

Kehanetçi bir yaklaşımla bu kez liberalizmin ölümünü ilan etme görevi de ABD’de Yeni Sağ’ın önde gelen entelektüellerinden biri olarak tanımlanan, Indiana Notre Dame Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Patrick Deneen'e düştü, 2023’te. Deneen, bu yılın haziran ayında “Regime Change: “Towards a Postliberal Future” isimli kitabıyla provokatif bir “rejim değişikliği” çağrısı yaptı. ABD’nin kurucu ideolojisi olarak gördüğü liberalizmin -sağa da sola da meyletse- bir siyasi elitler ortodoksisi barındırdığını düşünen Deneen, kısa süre içinde “sadece kendisine hizmet eden ilerlemeci liberal elitler hanedanlığına” dönüştüğünü savunuyor.

Ona göre, ABD bugün sadece 1950’lerin ya da 1850’lerin Amerikasından değil, 1775’lerin bağımsızlık ve devrim mücadelesinin verildiği, Lexington ve Concord muharebelerinin yaşandığı zamanlardan bile her alanda daha kötü bir durumda. Bu nedenle toplumda aslında siyasi düzene yönelik derin bir hoşnutsuzluk var. Bir önceki Başkanlık seçimlerinde her iki partiden de nefret eden Amerikalılardan “al birini vur ötekine” sözünü sıkça duyduğunu belirten Deneen’in “rejim değişikliği” beklentisi bu yüzden.

Deneen, 2018’de kaleme aldığı “Why Liberalism Failed” (Liberalizm Neden Başarısız Oldu) başlıklı kitabıyla hem muhafazakâr aydın çevrelerinden hem de demokratik sosyalist kimliğiyle bilinen Prof. Dr. Cornel Ronald West gibi ilahiyatçı ve siyasi aktivist akademisyenlerden övgüler almıştı. “Liberalizmin vaatleri ile yurttaşlara yaşattıkları arasındaki fark o denli büyük ki, bu yalan artık sürdürülemez,” demişti Deneen.

Deneen’in, o kitabında olduğu gibi yeni kitabında da şikayetçi olduğu husus, Batı’nın ilerleme uğruna liberalizmi benimseyerek kendi yurttaşına büyük bedeller ödetecek çok fazla fedakârlık yapmak zorunda kalması filan değil, yanlış anlaşılmasın! Deneen, gerek ahlaki boyutta gerekse de maddi anlamda “ilerlemeyi” bir kavram olarak benimsemenin bir tür “ilk günah” olduğunu savunuyor. (Kendisini “ilerleme” üzerinden tarif eden “gerçekte varolan sosyalist” toplumlara yönelik eleştirilerin bir dönem ekolojik ve sosyalist Sol’dan geldiğini de arkasının pek getirilemeyişi ile birlikte parantez içinde hatırlayalım.)

Deneen’in liberalizm tarifini biraz kaba bir yaklaşımla belki şöyle özetlemek mümkün:

Bireylere “kendi özel hayatlarını keyifle şekillendirip sürdürmeleri” için özerklik önerirken, hükümetlere de (Cumhuriyetçilerin önceliği olarak) piyasalar evreninin önünden, (Demokratların önceliği olarak da) bireylerin ahlaki tercihlerinin önünden çekilmesini reçete eden korkunç bir felaket!

Tabii bu kriz sürecinden liberal demokrasinin güçlenerek çıkacağını düşünenler de var. Örneğin, liberal bir çizgiye sahip 110 yıllık New Statesman dergisi Deneen’in görüşlerinin “aristokratik popülizme” düştüğünü, bu nedenle çoğu Amerikalının reddedeceğini düşünüyor.

The Economist gibi öz-eleştiriye açık liberal yayınlar, aslında Deneen’in kitaplarını, “400 yılda daha iyisi gelmedi” dedikleri liberalizmin “cenaze töreni konuşması” gibi değerlendirmektense, harekete geçirici ciddi bir uyarı gibi görmekten yana.

Gerçekten öyle mi, 2024 yılı ABD Başkanlık Seçimleri sürecinde bunu anlayabiliriz sanırım. Sonrasında ise “popüler otoritarizmin” tarihindeki en “şanlı” yükselişi yaşamaya koyulup, dünyanın önemli bir kısmına hayatı şiddetle dar etmeye kalkışıp kalkışmayacağını görebiliriz.

Peki, Sol bu denklemde nerede? Sol, her ne kadar liberal hegemonyanın çöküşünü hızlandıran güçlere karşı selam duran bir pozisyon benimsiyor görünse de, liberalizme alternatif bir dünya tasavvurunu sağlam bir şekilde içeriklendirip anlamlandırmış ve küresel bir model olarak toplumların önüne iddialı şekilde koymuş değil. Bu yönde sağlam bir çaba da pek görülmüyor. Ve maalesef Sol böyle bir çaba içinde olmadığında o boşluğu Aşırı Sağ’ın şiddeti de dışlamayacak şekilde doldurduğunu da iyi biliyoruz.