Geçen haftaki yazımın ilk cümlesi, “Suriye’de 2019 yılında ‘sürpriz’ bir barış görebilmemiz için galiba Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam Yönetimi’nin kendi aralarında bir anlaşma, bir uzlaşmaya varmaları gerekiyor,” şeklinde idi. Başkan Donald Trump’ın ABD askerlerinin Suriye’den çekileceğini açıklaması, tarihi hızlandırmış ve SDG ile Şam Yönetimi arasında uzlaşma arayışına yönelik görüşmeleri yıldırım hızıyla (yeniden) başlatmış görünüyor.
Trump’ı apar topar Suriye’den çekilme yönünde bir karar almaya iten ne oldu? Galiba, bu soruya doğru cevap verirsek, bundan sonrasında olabilecekleri daha iyi anlayabilir, daha öngörülü bir bakış açısı geliştirebiliriz sanıyorum:
Haydi, tarih bizi bir kere daha affetsin, bir kez daha olan bitenleri anlamaya çalışalım:
Malum, Trump 19 Aralık günü “After historic victories against ISIS, it’s time to bring our great young people home!” diye bir tweet attı. Başkan Suriye’den askerlerini çekmeye karar vermişti. Kendisinden 2019’da bile bu yönde bir hareket pek beklemeyenler için sürpriz oldu tabii.
Peki ABD Başkanı bunu neden yaptı? Neden Trump, ABD’nin güvenlik bürokrasisi ile ters düşme pahasına IŞİD ile mücadele uluslararası koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk ile Savunma Bakanı’nın istifası pahasına böyle bir karar aldı?
Oysa ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, daha 5-14 Aralık tarihleri arasında Türkiye ile Ürdün’ü ziyaret ederek Suriye konusunda temaslarda bulunmuştu. Jeffrey’nin gerek ziyareti sırasında gerekse de sonrasında yaptığı açıklamalara bakıldığında, böyle bir kararın ipuçlarını verecek tek bir satıra rastlanmıyordu.
Ancak Jeffrey bölgeden ayrıldıktan sonra ilginç bir gelişme oldu ve 16 Aralık Pazar günü Sudan’ın Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Usame Faysal, başkent Hartum’un havalimanına birkaç saat önce çağırttığı gazetecilere “bir insan için küçük ama insanlık için büyük ve önemli” açıklamalarda bulundu.
Usame Faysal açıklamasında, ülkesinin Devlet Başkanı Ömer el Beşir’in Şam’a “gizli” bir ziyaret gerçekleştirdiği ve burada Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile tarihi bir görüşme yaptığını belirtti. El Beşir’in Şam’a yaptığı program dışı bu ziyaret sadece Sudan Devlet Başkanı’nın değil, aynı zamanda bir Arap ülkesi liderinin de 2011 yılında başlayan savaştan bu yana Suriye’ye yaptığı ilk ziyaret oluyordu. Bir başka deyişle, 7 yıl sonra bir Arap lider Beşşar Esad ile görüşüyordu.
Bu önemli ziyarette Devlet Başkanı’na refakat etmiş olan Faysal kısa açıklamasında, Beşir ve Esad’ın “birçok Arap ülkesinin yaşadığı şartlar ve krizlerin, ülkelerin egemenliğine saygı ve içişlerine müdahale etmeme üzerine yeni yaklaşımlar geliştirmeyi zorunlu kıldığını ve bu yönde yaklaşımlar geliştirme kararı aldıklarını” açıkladı.
Sonra Suriye Haber Ajansı SANA’dan da açıklama geldi. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’i, Şam Havalimanı’nda karşılamıştı. Beşir, “Suriye’yi zayıflatmak Arap davasını zayıflatmaktır” demiş ve “Suriye’nin toprak bütünlüğünü desteklemek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız” diye de eklemişti. Esad ise ziyaretin iki ülke arasındaki ilişkilerin savaş öncesi konumuna dönmesini sağlamaya büyük bir katkısı olacağını belirtmişti.
Bu ziyaretin anlamı ne?
El Beşir’in hem de bir Rus uçağıyla Şam’a yaptığı ziyaret, Suriye’nin Arap ülkeleri ile büyük ölçüde kopmuş görünen diplomatik ilişkilerinin yeniden tesisi yönünde son derece kritik, önemli bir adımdı. El Beşir’in ziyaretinin iki anlamı vardı.:
Birincisi, Beşar Esad’ın “ulusal kurtuluş savaşı” zaferinin, el Beşir’in sponsorları olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nce onandığını gösteriyordu.
İkincisi, yani sembolik bir onayın ötesinde, el Beşir’in Suriye’yi ziyareti o sponsorların ülkenin yeniden inşasında pay sahibi olma arzusu taşıdıklarını da gösteren bir adım içeriyordu. Neydi o adım? Suriye’nin 2012’de kovulduğu Arap Birliği’ne yeniden kabulünün yani Esad’ın Arap dünyasına yeniden entegrasyonunun sağlanması. İran’ı hiç değilse masada ekarte edebilmenin bir yoluydu bu. Aslında Suudi Arabistan savaşı Esad’ın kazandığını daha Mart alyında kabullenmiş, ancak geçen zaman içinde sadece “umarız İranlıların elinde bir kukla olmazlar” şeklinde bir temenni telaffuz edebilmişlerdi.
Ancak el Beşir, Şam Havalimanı’na indiğinde, beraberinde muhtemelen Arap Birliği’nin Esad’a yönelik, “aramıza yeniden hoş geldin” mesajını götürüyordu. 2019’da Arap Birliği Zirvesi büyük olasılıkla bahar aylarında Lübnan’ın ev sahipliğinde gerçekleştirilecek. Ve anlaşılan o ki, 2012’den bu yana Arap Birliği zirvelerine katılamayan Suriye bölgesel bir güç olarak yeniden bu zirvedeki yerini alacaktı.
Bu başarıda kuşkusuz, Suriye Arap Ordusu’nun müttefiklerinin de desteğiyle sahada sağladığı askeri başarıları kadar Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un bölgede ilmek ilmek ördüğü diplomasi trafiğinin de büyük payı var.
Sudan diplomatik ağırlığı olan bir ülke mi?
Aslında ne Sudan uluslararası diplomasi sahnesinde çok büyük ağırlığı olan bir ülke, ne de devlet Başkanı Ömer el Beşir aynı sahnede liderlik yapabilen bir isim. Yani, “Suriye ile barış ve diyaloğun yolunu el Beşir açtı, arkasından diğer Arap ülkelerini de sürükleyecektir” diyebileceğimiz bir ağırlığa sahip ülke değil Sudan.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından savaş suçu işlediği gerekçesiyle hakkında iki kez yakalama kararı çıkarılmış bir lider el Beşir. Her ne kadar Sudan’ın İstihbarat Bakanı, el Beşir’e soykırım suçu isnat eden UCM için “beyaz adamın mahkemesi” dese de, Sudan ABD tarafından “terörizme destek veren ülkeler” listesinde.
El Beşir’in buradaki önemi başka. O, Suriye’deki savaşın, kan ve gözyaşının birinci derecede sorumlusu olarak uzun süre IŞİD ve El Kaide yapılanmalarını desteklemiş olan ülkelerin, yani Arap Birliği’nin en önemli temsilcileri olan Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) liderlerinin yakın dostu. Bu özel Şam ziyaretinde de, onların “elçisi.”
Yoksa yukarıda da belirttiğimiz gibi, Sudan, uluslararası sahada diplomatik ağırlığı olan bir ülke değil. Böyle bir ağırlığı taşıyacak ne serveti, ne de askeri gücü var. Sudan, 2011’deki referandumun ardından güney bölgesindeki halkların bağımsızlığı tercih etmesi sonucu ekonomisinin yüzde 80’inden fazlasını sağlayan petrol gelirlerinden mahrum bir şekilde yoluna devam etmek zorunda kalmış bir ülke.
Kaçınılmaz olan ekonomik iflası önlemenin tek yolunu da kendisine ekonomik destek vaat eden Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerini hızlı bir şekilde geliştirmekten yana görmüş bir ülke. Suudi Arabistan’ın Sudan’ın beş yıl boyunca petrol ihtiyacını karşılayacağı yönündeki vaatlerin de teşvikiyle Beşir, Riyad ile 2014’ten bu yana özel bir ilişki yürütüyor. Suudi Arabistan’dan arzuladığı maddi desteği alabilmek adına uluslararası politikada büyük ölçüde Riyad’ın dümen suyuna girdi Beşir. Hatta İran ile ilişkilerinin zarar görmesine aldırış etmeden, 2015 yılında Riyad’ın isteğiyle Yemen’e karşı başlatılan savaşa da katıldı.
İki ülke arasında ilişkiler zamanla geliştikçe gelişti. Hatta Kral Selman bin Abdülaziz, ABD tarafından terörizme destek veren ülkeler arasından görülen ve yaptırım uygulanan Sudan’ın listeden çıkarılması ve ABD ile ilişkilerini geliştirebilmesi yönünde elinden geleni yapacağını açıkladı. Suudi Kral, daha da ileri giderek ülkesinin Sudan ile “hastalıkta, sağlıkta” birlikte olacağını da müjdeledi.
Şimdi düşünün, ABD’nin “en önemli müttefikim” diye düşündüğü Suudi Arabistan Kralı’nın sponsorluk yaptığı bir adam bir Rus uçağıyla Şam’a inerek, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a “Arap Birliği ile yeniden entegrasyon” anlamına gelecek mesajlar iletiyor. Bölgeye askerî açıdan giderek daha fazla çekilen Trump için muhtemelen bardağı taşıran son damla bu oldu. ABD Başkanı bölgede İsrail’den sonra en önemli stratejik partneri olarak gördüğü Suudi Arabistan’ın bu manevrasını da gördükten sonra, “tamam artık beyler, çocuklara söyleyin eve dönsünler, benden bu kadar” dedi.
Trump için çekilme kararı ne ifade ediyor?
Aslına bakılırsa, Trump başından beri kendisini ABD’nin bölgedeki bir kısmı uzun vadeli, doğrudan ve dolaylı jeopolitik çıkarlarının en yüksek düzeyde temsilcisi olarak falan değil, ABD A.Ş.’nin hesap kitap bilen CEO’su olarak görmeyi tercih etmişti. Onun DNA’sında “businessman” olmak yazılıydı. Ve ABD güvenlik bürokrasisinin bölgedeki ABD askeri varlığının artırılması gerektiği yolundaki öneri ve dayatmaları karşısında, meseleye hep pragmatik bir iş adamı gibi yaklaşarak “o zaman bunun bedelini benim bölgesel partnerlerim karşılasın” diyordu.
Bir CEO olarak başka bir coğrafyada girişilecek yüklü bir yatırım konusunda yerel iş ortaklarının ellerini ceplerine atması gerekliliğine işaret ederek “let them pay for it” diye tutturmasında şaşılacak bir şey yoktu. O, “bottomline”da daha fazla gelir yazacak şeylerin peşindeydi, böyle dibi delik bütçelerin adamı değildi. O nedenle de o tip cümleler bir iş adamı olarak Trump’ın ağzından kariyeri boyunca belki de en sık dökülen cümlelerdi. Gelgelelim o bölgesel, yerel partnerler, kesenin ağzını açmak konusunda ayak diriyor ve ABD’yi uzun süredir üzüyorlardı.
Trump, zaman zaman bu konuda tüm partnerlerine kendi üslubuyla birtakım uyarılar yapıyordu. Suudi Arabistan Kralı Salman’ı ABD'nin askeri desteği olmadan “iki hafta” bile iktidarda kalamayacağı yönünde uyardığını söylüyor ve “Suudi Arabistan'ı biz koruyoruz” diyordu. “Ödeyecekler, daha fazla ödeyecekler,” diyordu. Yeri geliyor, “petrol arzını aç, fiyatları düşür” diyor, yeri geliyor “arzı kıs fiyatları yükselt” diyor, gerektiğinde partnerlerinden ekonomilerini zora sokacak ölçüde fedakârlık bekliyordu.
Bu arada NATO’daki partnerlerini de uyarıyor keseyi daha fazla açmaları gerektiğini söylüyor, istediği karşılığı alamayınca da kimi zaman nezaketi de elden bırakarak verip veriştiriyordu. Her cevval CEO gibi zaman zaman CFO’luğu da üstleniyor ve bazı NATO ülkelerinin kendilerinden beklenen taahhütleri yerine getirmediğini, yıllardır ödemelerini yapmadığını söylüyor, “onlarla ilgilenilecek” uyarısında bulunuyor, muhtemelen muhasebe servisince ödeme konusunda “son tarih” veriyordu.
Ona göre “ortak” olmanın gereğiydi bu! Çünkü ABD onları koruyordu. Hatta rüzgâr ters yönden estiğinde bile… Erdoğan’ın Kaşıkçı Cinayeti’ndeki sorgulayıcı tutumu karşısında bile, Riyad’daki müttefikine nihayetinde kol kanat geriyor, “ABD, Suudi Arabistan'ın sarsılmaz ortağı olmayı sürdürecektir” diyordu.
Şimdi o “sarsılmaz” (!) müttefik, iktidardan indirmek için ülkesinin doğusunu elinde tuttuğu Esad’a elçi gönderiyor, flörte başlıyordu… ABD CEO’su olarak, “exit stratejisini” erkene çekmenin tam zamanıydı. “Çıkıyoruz,” dedi, “bu lanet olası ülkeden çıkıyoruz!”
Bundan sonrasının “bedelini” kim gönüllüyse o ödemeliydi!
Bölgedeki partnerleri tarafından daha fazla “istismara uğramadan,” bütçe daha fazla zarar yazmadan Suriye’den çıkıp gitmeliydi. Kararını verdi ve o tweeti attı. Şimdi kendi kararını tüm dışişleri ve güvenlik bürokrasisinin her kademesinde ABD’nin resmi devlet politikası yapma uğraşı verecek. Bunda yüzde 100 başarılı olacak mı, hep beraber göreceğiz.
“İhanet”
Trump, bölgedeki ortaklarında gördüğü yetersiz aidiyet/sadakat hissini bu son gelişmede “ihanet” olarak da okumuş mudur, bilemiyorum. Ama bu coğrafyada dönülen her büyük kritik eşikte mutlaka “ihanete uğrayan” bir taraf göstermek vaka-i adiyeden olmuştur. Bunun da tarafları büyük ölçüde bellidir. Eğer bir ihanet söz konusu olacak ise, bunu yapanın ABD olduğu, olacağı genel kabul gören bir söylemdir. Hep ABD “ihanet eder.” Onun için de taraflara uyarılarda bulunulur: “Bak, önünde sonunda ihanete uğrayacaksın, yanlış yapma!”
Ortadoğu’daki ilişkileri güvenilecek doğru partneri seçme/seçmeme meselesi olarak gören bakış açısı, bu kapsamda ABD ile tarih içinde yakın ilişkiler kurmak durumunda kalmış tarafların Washington tarafından önünde sonunda kullanılıp atılacağını, bir başka deyişle ihanete uğrayarak kaybedeceğini ileri sürerler. Bu bakış açısındaki sığlık, ABD’yi bir “küresel haydut” olarak görmek değildir, kuşkusuz bu tanımlamada haklılık payı da vardır, ancak buradaki sığlık, tarafları sadece büyük uluslararası güçlerden yana yaptıkları tercihlerden ibaret homojen bir kütle olarak görmektir. Bu hataya düşenler, bir tarihsel aktörün bunu neden ve niçin yapmak zorunda kaldığıyla, başka tarafların o aktöre ne sunduğuyla ya da sunmadığıyla ilgilenmezler. Karmaşık jeopolitik meselelerin vardığı noktayı bile bir tarafın “ihaneti” ya da bir başka tarağın “yediği kapa pislemesi” vs. olarak görebilirler.
Mesele “ihanet” ise, bakın kendi çıkarları ötesinde bir şeyi hiçbir zaman düşünmediği söylenen ABD’yi bu kez ihanete uğramış bir taraf olarak bile görmek, göstermek mümkün.
O yüzden, bilelim ki, mesele bu örnekte de “ihanet” değil, aslında! Hiçbir zaman da öyle olmadı, olmayacak! Elimizde olup bitenleri daha iyi anlamamıza imkân verecek çok sayıda araç ve metodoloji var. Ve istersek onlar üzerinden düşünebiliriz.