Ocak ayının ikinci haftasının başı. İstanbul’un buz kestiği, gece sıcaklığın -9’a kadar düştüğü günler... Şehri kar örtmüş, yerüstünde trafiğe takılmamak için işe metroyla gidiyorum. Sabah saatlerinde bindiğim vagonda Suriyeli sığınmacılara rastlıyorum. Küçücük Suriyeli çocuklar o soğuk kış günlerinde minik bedenleri ve dev tasasızlıklarıyla hem evleri hem de oyun alanları belledikleri vagonda bir o yana bir bu yana yolcuların önlerinden, aralarından hızla koşturuyorlar.
Annelerinin üzerinde hırkadan başka bir şey yok. Kaz tüyü anorağımdan utanıyorum. Çocuklardan en küçüğün ayaklarında ne bir ayakkabı ne de bir çorap var. Ayaklarımdaki dağ botlarından utanıyorum.
Genç baba ülkemizdeki sayıları 1.9 milyona ulaşmış Suriyeli sığınmacılardan sadece biri. Şehrin sahiplerinden bir kişilik daha yer çalmamak için sanki, belki de ailesinin düştüğü durumdan kendisini sorumlu gördüğü için ayakta duruyor yol boyu, yolcularla göz göze gelmiyor. Vagonun dışındaki karanlığa çevrili gözleriyle zihnini kısa süreliğine de olsa çaresizliğinin dışına taşıyor belki de.
İneceğim durağa kadar derin bir utanca mahkûm olmanın sıkıntısıyla bir ara gözlerimi kapatıyorum. Ancak zifir karanlığın daha büyük utanç tuğlalarıyla örülü olduğunu fark edince yeniden açıyorum gözlerimi şehrin en çıplak sahnesine. “Bat dünya, bat!” Geç dünya geç, yerin dibine geç!
Ancak utanç vagondaki hakim duygu değil. O dakikalarda metro vagonlarına hangi duygu hakim, bilemiyorum. Ama birileri Suriyelilerin şehirdeki varlığından ya da bu varlığın kar kış kıyamet yüzünden kazandığı görünürlükten rahatsız, belli ki. Karşı sırada oturan bir kadın yanındakine dönerek şöyle diyor:
“Bunları buraya getirtende kabahat. Orada, çadır kentlerde, köylerde, güneydoğuda tutamazlar mıydı. Koca şehir burası ama! Yakışıyor mu şimdi bu görüntüler buraya yani? Bütün gün gelip gidiyorlar. Onlara da yazık! Olmaz, yok olmaz yani!”
Az sonra bir genç kadın yerinden doğrularak karşı sırasındaki Suriyeli anneye doğru 5 TL uzatıyor. Anne parayı alıyor. Bir başkası da muhtemelen bu jestten aldığı cesaretle anneye para uzatıyor. Eğer ben de para vereceksem kalkıp onların bulunduğu noktaya gitmem gerekiyor. Fakat kadının alenen dilenen bir hali yok, yapamıyorum. Savaştan kaçıp ülkemize sığınmış bir üçüncü dünyalıya üst perdeden para uzatıp onu belki de herkesin ortasında küçük düşürecek bir jest ile buluşabilecek rahatlıkta hissedemiyorum kendimi.
Birinin söyleyebileceği, “hah şimdi vicdanını rahatlattın mı” benzeri bir laf ya da fırlatacağı aynı anlamı taşıyan bir bakış utancımı derinleştirebilir. Peki gerçekten de bu parayı kendimi daha iyi hissetmek ve konuyu yerüstüne çıktığımda unutmak için mi vereceğim? Eğer öyleyse bu durumun idraki hissettiğim utancı derinleştirebilir de.
Ama bir şeyler yapmazsam bu eylemsizliğimi neyle örteceğim? “Kusura bakmayın ben bu ayki hayırseverlik bütçemin tamamını şehirdeki sokak hayvanları için kullandım. Elimden daha fazlası gelmez” diye mi düşüneceğim? Acaba anneye para vermek yerine çıplak ayaklı çocuk için bir çift ayakkabı alamaz mıyım? Bir de kalın çorap mesela... Alır, eve dönüşte bindiğim metroda bulabilirim muhtemelen bu aileyi. Bugün göremezsem yarın görür, veririm. Aynı aileyi bulamazsam verecek bir başka aile, bir başka çocuk bulabilirim.
Tam bunları düşünürken ayakta duran, 35-40 yaşlarında bir genç adam “Verin verin! Valla ayda bu şekilde en az 10 bin TL para kazanıyor bunlar. Geçiyor bile bazen 1o bin TL’yi” diye başladığı söylevini metrodan inmezden az evvel “bizim millet adam olmaz” diye sonlandırıyor.
“10 bin TL” bir çok yolcu için besbelli ki yeterince ikna edici. Karşı sıradakilerden biri, “oh valla temiz para, vergisiz, şeysiz! Ben kazanmıyorum bu parayı ya,” diyor. Yanındaki, “kim kazanıyor ki abi” diyor. Bir başkası şehit ailelerine yardım konuşunda aynı derecede duyarlı olmayışımızdan dem vuruyor. Beriki kafasını sallıyor. Vicdansızlıktaki pespaye ortaklığımız yerin dibinde halkalar şeklinde genişliyor.
“Öteki” bunları anlamıyor bile! Gözleri vagonun dışında, zihnini boşaltan karanlıkta!
Konuşulanlar sadece “ikna edici” değil, aynı zamanda “zihin açıcı” olmalı ki, hemen önümde ayakta duran bir gençten yorumların şahı geliyor. “Benim kızdığım ne biliyor musun? Abi hemen sattılar memleketlerini. Yahu bizim memleket te işgal edildi zamanında. Ama biz kaçtık mı? İstesek biz de kaçabilirdik. Ama kalıp savaştık, memleketimizi savunduk. Bunlar zora gelemedi, hemen sattılar memleketlerini. Memleketini satandan kimseye hayır gelmez. Hele bize hiç!”
Başta daha sade, daha yönetilebilir halde olan utancım bambaşka bir şeye evriliyor, içimi buruyor. Gözlerimi kapatıyor, ineceğim durağa varana kadar açmıyor, açamıyorum. Yerin dibindeyim. Karanlık dünyam şimdi sırılsıklam. Ağzım, burnum yamuluyor, ama sessiz hiç değilse.
Şişhane’ye geliyoruz bir süre sonra. Bu duraktan böylesi bir çaresizlik ve yalnızlıkla ilk kez iniyorum. Koca kentte tek bir yer yok mu bu insancıkları kucaklayacak, zavallılıklarını silecek, yarınlarına dair onurlu bir gelecek perspektifi olmasa da, insanlığın ölmediğine dair bir ümit olsun verebilecek?
İnsanları yerinden yurdundan eden, en yakınlarını kaybetmelerine sebep olan bu iç savaşta akıtılan kanda bizim de payımız var. Daha düne kadar kendi sıcak evlerinin önünde koşuşturan bu Suriyeli çocuklara koca şehirde bir vicdanlık yer açamayacak denli insanlığımızı yitirmiş olabilir miyiz?
Yerin dibine geçtiğim yeraltından buz tutmuş vicdanlarla birlikte yerüstüne taşınırken, boğazım düğüm düğüm. Yürüyen merdivenlerin sonuna geliyorum. Yerüstü kar beyazı. “Stratejik derinliğini” geçtim, karından, kışından, buzundan hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum bu memleketin.
Dünyanın bütün minik ayakkabılarını bu şehirdeki 1 milyona yakın Suriyeli çocuğun annelerinin önüne sersem dahi dinecek gibi değil utancım. Ama belki bir çift minik ayağın üşümesine engel olabilirim, olabiliriz.
Şehrin değişik yerlerinde bu vicdansızlığa direnen küçük gruplar var, eminim. Onlar da benim gibi yerüstünde şimdi. Hızla bir çocuğa ayakkabı aramaya koyuluyorum, koyuluyoruz.
twitter: @akdoganozkan