Akdoğan Özkan

05 Ağustos 2024

III. Dünya Savaşı’na giden süreç: Çıkan kısmın özeti

Önümüz karanlık ve bu karanlığa giden sürecin, filanca ihtilaf ve çatışma ile falanca isimleri çok fazla işin işine karıştırmadan, şu patırtı gürültü altında yapılabilecek en kısa özeti bu

Bugün dünya III. Dünya Savaşı’na doğru ilerleyen bir görüntü veriyorsa bunun elbette NATO/ABD ekseninin Ukrayna’da aldığı pozisyonu kendi beka tehdidiyle ilişkilendirerek el yükseltme hesabının büyük ilgisi var. Ama yaklaşan bir büyük savaş olasılığından ötürü kendimizi güvensiz hissediyorsak -ya da hissetmemiz gerekiyorsa- bunun en belirgin müsebbibi aslında eski ABD Başkanı Donald Trump.

Neden?

Pim 5 yıl önce çekildi

Çünkü, bundan tam 5 yıl önce, geçen cuma günü, yani 2 Ağustos 2019 tarihinde Trump, Avrupa güvenliğinin temel taşı olan ve 1987’de imzalanmış bir antlaşmadan ABD’nin imzasını çekti. Oysa bu antlaşma, Soğuk Savaş sonrası Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisini tanımlayan bir dizi silahların kontrolü anlaşmasının belki de en önemli bileşeniydi.

Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması (INF) olarak tanımlanan ve 1987 yılında, dönemin iki süper gücü olarak kabul edilen ABD ve Sovyetler Birliği tarafından imzalan bu antlaşma, ilk kez, nükleer silahların sayısını azaltma ve “nükleer suskunluk” konusunda bir mutabakatın izdüşümü olmuştu. Antlaşmanın politik anlamı, Doğu-Batı ilişkilerinde “değişim rüzgârlarının” ve kalıcı barışın habercisi olmasıydı.

Sovyet lideri Mihail Gorbaçov ve ABD Başkanı Ronald Reagan 1987'de anlaşmayı imzaladılar

Önemliydi çünkü, INF, tarafların 500 ila 5 bin 500 kilometre menzilli, karadan fırlatılan nükleer başlıklı ve konvansiyonel balistik ve seyir füzelerini ortadan kaldırmalarını öngörmüş, bunun için de yerinde denetimler getirmişti. İki ülkeye ait 2 bin 700 kadar karadan fırlatılan orta menzilli balistik ve seyir füzeleri, antlaşma gerektiği imha edilmişti.

Dolayısıyla, Trump’ın INF Antlaşması’nı sona erdirmesi Avrupa’nın ve küresel güvenliğin ciddi biçimde kötüye gittiğinin bir göstergesi oluyordu. Tabii ABD’nin tüm yerleşik kurumlarının bu konuda tıpatıp aynı şekilde düşündüğünü söyleyemeyiz.

Trump bu imzayı atarken, daha ziyade bir “businesman” gibi düşünüyor ve muhtemelen, Avrupa’nın güvenlik mimarisinin sponsoru olarak ödediğim bedel yeter, bundan sonra Avrupalılar taşın altına (ve ceplerine) daha fazla ellerini soksun, yoksa bir anda böyle cıs cıbıl bırakırım onları diye düşünüyordu. Bir anlamda Trump körfez monarşilerine uyguladığı taktiğin bir benzerini uyguluyordu.

ABD müesses nizamı içinde pek kişi ve kurum ise, Rusya’nın son zamanlardaki iddialı askerî modernizasyonunun ve gerek Çin gerekse de Almanya ile pekiştirdiği ticari ilişkilerinin Amerikan çıkarlarını zaafa uğrattığını savunuyordu. Rusya ayrıca INF anlaşmasının ihlali anlamına gelecek şeyler de yapıyordu. Avrupa güvenliğinin sponsorluk sözleşmesi Trump’a feshettirilmişti işte. Avrupa (özellikle de Almanya) vassallığını bilecek ve bedelini ödeyecekti. Avrupa Rusya karşısında doğru şekilde hizalanmayı öğrenecekti.

Eminim aynı nizam içindeki bazı kişi ve kurumlar da, değişen jeopolitik, stratejik ve teknolojik gerçekler ile Asya-Pasifik bölgesindeki güvenlik ortamında yaşanan dalgalanmalar karşısında ABD’nin ve NATO’nun silahlanma strateji ve taktiklerinde anlamlı bir güncellemeye gitmesi gerektiğine inanıyor, antlaşmanın feshini bu yüzden önemli görüyordu.

‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’

NATO Genel Sekreterliği için ise bundan sonraki mesele teknik bir mesele idi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “müttefiklerin güvenliğine yönelik olarak Rus 9M729 füzesinin oluşturduğu önemli sayılacak risklere ölçülü ve sorumlu bir şekilde yanıt vereceğini” dile getiriyordu. Güya, NATO yeni bir silahlanma yarışı istemiyordu ve ittifakın Avrupa’da kendi kara tabanlı nükleer füzelerini konuşlandırma planı yoktu. “Ölçülü ve sorumlu” olacaktı.

Oysa aynı Stoltenberg, geçtiğimiz haziran ayında, yani 5 yıl sonra, NATO'nun nükleer cephaneliğinin “süregiden uyarlaması” olarak adlandırdığı konuyu tartışırken, hem ABD'nin Avrupa'daki nükleer silahlarını modernize ettiğini söylüyor hem de Hollanda'nın ilk F-35 savaş uçaklarını nükleer silah taşımaya hazır hale getirdiğini ilan ediyordu.

Polonya'nın Redzikowo kentindeki yeni bir ABD balistik füze savunma tesisi (Aegis Ashore) de daha büyük bir NATO füze kalkanının bir parçası artık faaliyette idi.

Stoltenberg ayrıca Çin'in de nükleer silahlarının modernizasyonuna da değinerek, Pekin'in birkaç yıl içinde nükleer füze sayısını artırmasının beklendiğini ve bunların çoğunun NATO topraklarına ulaşabileceğini ileri sürüyordu.

Nihayet, temmuz ayında Washington’da gerçekleşen NATO zirvesinde Beyaz Saray, bombayı patlattı. SM-6 ve Tomahawk seyir füzeleri ve yeni hipersonik füzeler de dahil olmak üzere uzun menzilli silahların Avrupa'ya konuşlandırılmasının caydırıcı bir etki yarattığını savunan ABD yönetimi, uzun menzilli füzelerin Almanya'ya “aralıklı konuşlandırılmasının” 2026'da başlayacağını ilan etti. Füzeler Almanya'ya kalıcı olarak konuşlandırılacaktı ve Avrupa'daki mevcut ABD sistemlerinden "önemli ölçüde daha uzun menzile” sahip olacaktı.

Bu bildiğimiz, “ölçülülük ve sorumluluk” değildi, perhiz bozulmuş gibiydi.

Dönemin Başkanları Vladimir Putin ve Donald Trump, INF anlaşmasından çekildi, 2017

Kaliningrad’a bile nükleer füze gelebilir

Kremlin’den yanıt gecikmedi. Moskova’dan yapılan açıklamada, ABD'nin Avrupa’ya uzun menzilli füzeler konuşlandırması durumunda Avrupa'daki başkentlerin, Rus silahlı kuvvetleri için meşru birer hedef hâline geleceğini açıkladı. Rusya Dışişleri Bakan Vekili Sergey Ryabkov da, ABD hamlesine en etkili yanıtı bulmak için Rusya'nın mümkün olan en geniş seçenekler yelpazesinden seçim yapacağını söylemişti. Ryabkov, hasımlarının Rusya’nın geri kalan kara kütlesinden kopuk olan en batıdaki bölgesi olan Kaliningrad'da üzün zamandır gözü olduğunu da ifade etmişti. “Kaliningrad, saldırgan planlar besleyenleri püskürtmek için gereken her şeyi yapma konusundaki % 100 kararlılığımız açısından bir istisna değil” demeyi de ihmal etmiyordu.

Çekilen bir imza ile pimi çözülen bir sürecin ilk ateşlemesi yapılıyor, gelişmeler daha sonra birbirini takip ediyordu.

Sanki çözüm, nükleer silahların susmasını sağlayacak bir güvenlik mimarisini kalıcı kılmak, hatta genişletmek ve gerekirse Çin’i de buna ortak etmek için çalışmaktan geçmiyormuş gibi, savaş çığırtkanlığından başka bir anlama gelmeyecek şekilde düşman fabrikasyonu ile, “çelişkilerin keskinleşmesiyle” uğraşıyor ABD/NATO cephesi.

ABD barıştan daha avantajlı çıkmıştı

Unutmayalım, 1987’de imzalanan ve Trump’ın 2019’da imzasını çektiği antlaşma, aslında askeri-stratejik açıdan bakıldığında, ABD'yi daha avantajlı bir konuma getirmişti. Zira, ABD'nin 846'sına kıyasla 1.846 roket imha etmişti. Yani, SSCB iki kat daha fazla roket imha etmişti. Ayrıca, ABD'nin asıl gücünün temeli olan -ve INF’de kendisine yer bulan füzeler ile-  benzer menzile sahip hava ve denizden fırlatılan füzeler  antlaşmaya dahil edilmemişti. Yani ABD ve NATO, şimdi de kendilerinin avantajlı ayrılacağı bir antlaşma ile bir güvenlik mimarisine dönülmesi için çalışabilirdi pekâlâ. Ama görünen o ki, kürekler silahlanma yarışından yana ve olası bir savaşa doğru çekiliyor.

Ve bu ahval-ü şeraitte, Kasım ayındaki ABD Başkanlık Seçimlerine gözümü dikiyor ve bir barış umudu görmeye, sezmeye çalışıyoruz. Acaba, beş yıl önce pimi çözen adam yeniden Başkan olursa ateşlemeyi durdurarak bu delice gidişe son verecek mi, diye soruyoruz? Gerekirse İttifak üyesi ülkelerin askeri harcamalarını (şu anki oran olan yüzde 2’den) GSYİH’larının yüzde 3’üne çeksin ama, önce söz verdiği üzere önce Ukrayna’daki savaşı sona erdirsin, sonra kalıcı barış için Avrupa’da yeni bir güvenlik konseptinin mimarı olsun diye ümit etmek istiyoruz. Bir oldubittiyle Başkan adayı yapılan öteki isme bakıyoruz ve tarihin belki de dış politika konusundaki (de) en cahil adayının Amerikan küreselci müesses nizamının tüm unsurlarınca kolayca kullanılabilecek bir araç olabileceğinden öte başka bir şeyden emin olamıyoruz.*

Bu yetmezmiş gibi, "Gazze Kasabı" Netanyahu, Gazze Şeridi'ni yönetebilecek tek meşru organ olan Filistin Ulusal Otoritesi’nin Başbakanı olan ve Mahmut Abbas’ın yıllardır engellediği seçimler gerçekleşse kendisine tarihin çöp tenekesine göndererek tüm Filistin topraklarının Başbakanı olabilecek bir meşruiyete sahip İsmail Haniyye’yi katlettirerek ABD’yi İran’a karşı bölgesel bir savaşta kendi saflarında savaştırmak üzere Orta Doğu’ya sürüklüyor.

Önümüz karanlık ve bu karanlığa giden sürecin, filanca ihtilaf ve çatışma ile falanca isimleri daha fazla işin işine karıştırmadan en kısa özeti bu!

(*) Bundan 4 yıl önce Trump seçim vaadi olarak da sözünü verdiği üzere Ortadoğu’dan asker çekecekti, hatırlarsanız. Trump’a karşı Pentagon’da sessiz bir ayak direme söz konusuydu. Bu yüzden de süreç ağır işliyordu. Trump, asker çekme sürecinin ağır işlemesinden rahatsız idi. İşte o tarihlerde ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey DefenseOne dergisine bir açıklama yaptı. Biz o zaman söz konusu ayak diremenin boyutlarını kavramış olduk. James Jeffrey, Trump’ın iki kez Suriye’den asker çekmek istemesine rağmen bunun asla gerçekleşmediğini, ama gerçekleri Başkan’dan sakladıklarını itiraf etmişti.

Jeffrey, yaptığı açıklamada, “(Suriye’de) ne kadar askerimiz olduğu konusunu Amerikan liderliğine tam açık etmemek için hep aldatmaca oyunları oynadık” demişti. Suriye’nin kuzeydoğusundaki durumun DAEŞ’in bölgeden temizlenmesi sonrasında istikrara kavuştuğunu, Trump’ın da buna bağlı olarak 2018 ve 2019’da bölgeden asker çekmek istediğini hatırlatan Jeffrey, “Ama asker çekme hiç olmadı. Her defasında bölgede kalmamız gerektiği konusunda daha iyi beş argüman geliştirme kararı aldık ve ikisinde de başarılı olduk,” şeklinde konuşmuştu. Yani gerçekler Başkan’dan bile saklanmıştı. Ama bir süre sonra da saklandığını öğrenmiştik. Şimdi Kamala Harris’in Başkan olduğunu hayal ediyorum. Sanırım ondan saklanacak gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Galiba iki adayın Başkanlığı arasındaki en önemli fark bu olacak!