Suriye Savaşı’nda düğüm pek çok yerde çözüldü ve iş geldi dayandı, Suriye hükümetine muhalif çok sayıda silahlı İslamcı grubun karargâhı konumundaki İdlib’e! (Tabii, çözümü çatışmaların bugüne kadarki daha uzun bir zamana yayılma ihtimali yüksek olan Fırat’ın doğusunu değerlendirme dışı tutarsak.)
El Nusra uzantısı cihatçı grupların Suriye coğrafyasında başkaca da bir kalesi kalmadığı için, İdlib’te 2019 yılına nasıl bir tabloyla girileceği ciddi bir merak konusu. Suriye Arap Ordusu’na bağlı güçler ve başta Rusya olmak üzere müttefikleri, bölgenin silahsızlandırılmasına direnen Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) ve benzeri El Nusra uzantısı cihatçı grupları İdlib’den atacak mı? Ankara, HTŞ ile “ılımlı” diye anılan diğer silahlı cihatçıları birbirinden ayırmak ve bölgede 15-20 km genişliğinde silahlardan arındırılmış bir tampon bölge oluşturmak gibi bir sorumluluğu üzerine almıştı, biliyorsunuz. Rusya ve İran’ın desteğindeki Suriye ordusunun planladığı İdlib operasyonunun ertelenmesini sağlayan Ankara’nın gecikmeli de olsa böyle bir harekatın günü geldiğinde tavrı ne olacak?
Özetle, İdlip’i yakın bir tarihte neler bekliyor? Bu ve benzeri sorular bölgeyi şu veya bu saikle takip eden herkesin zihnini uzun süredir meşgul ediyor. Tabii, İdlib bahsinde neler olabileceğini anlayabilmek için, bugüne kadar düğümün şu veya bu şekilde çözüldüğü diğer Suriye coğrafyalarında (Halep, Şam vd.) neler olup bittiğine bakmak ve buradan hareketle bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor.
Bu tip bir kavrayış tarzı, Suriye Savaşı sadece cephede olanlar üzerinden değil, cephede olanların nasıl algılandığından/algılanması gerektiğinden hareketle de yürüdüğü, yürütüldüğü için daha da önem kazanıyor. Bir başka deyişle, Suriye Savaşı’nda cephede ve diplomasi masasında olanların “halkla ilişkiler” (PR) ve “itibar yönetimi” boyutu, en az sahada olup bitenlerin sonucu kadar önemli. İşte bu nedenle, daha önceki muharebelerde olup bitene, o olup bitenin çeşitli ülke kamuoylarında algılanış ve algılatışına bakmak ve bundan sonra olabilecekleri bu süzgeçten geçirerek değerlendirmek, öngörmek şart.
Şimdi, ne demek istediğimi geçmiş muharebelere bakarak, örnekler üzerinden somut olarak açayım ve sonra da İdlib’te neler olabileceğini birlikte anlamaya çalışalım.
Halep /El Bab örneği
Hatırlarsanız, Suriye Savaşı’nın kaderini belirleyen belki de en önemli eşik 2016 yılı Aralık ayının sonlarında aşılmıştı. Ne olmuştu o tarihte Suriye’de? Nereden baktığınıza bağlı olarak, o tarihte “Halep cihatçı işgalinden kurtarılmıştı’” da diyebilirsiniz, “TSK desteğindeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurları IŞİD’in elindeki El Bab’ı almıştı” da diyebilirsiniz.
Zira, bu iki gelişme eş zamanlı olarak gerçekleşmişti. Bu, öyle tesadüf ya da “tarihin cilvesi” filan da değildi. Ankara, Rusya ve İran ile vardığı mutabakat sonucu, Halep’te desteklediği bazı silahlı unsurların hükümet birliklerine karşı savaşı bırakarak şehirden çekilmelerini ve yeşil otobüslere bindirilerek çatışma alanlarının dışına taşınmasını sağlamış, bunun karşılığında da, Ruslar TSK desteğindeki ÖSO’nun El Rai (Çobanbey) üzerinden Suriye’ye geçerek sınırımız boyunca uzanan ve kimilerince “Cerablus – Azez koridoru” olarak da anılan bölgede Kürtlerin Türkiye sınırı boyunca uzanan bölgede kurdukları 3 kantonu birleştirme planlarına set çeken bir anti-Kürt tampon bölge oluşturmasına izin vermişti.
Şam yönetimine karşı savaşan unsurların önemli bir kısmının Halep’ten çekilmesiyle Suriye Arap Ordusu şehrin güneybatısındaki Topçu Okulu’nu ele geçirmiş, bu stratejik noktanın düşmesinin hemen ardından da şehir hükümet kuvvetlerine karşı savaşan işgalcilerin elinden kurtarılmıştı.
Halep ve El Bab operasyonlarının zamanlaması konusunda belli ki Moskova ile Ankara baştan anlaşmışlardı. Zira, TSK desteğindeki ÖSO unsurlarının “El Bab zaferi” ile Suriye Arap Ordusu’nun “Halep zaferi” aynı tarihe denk getirilmişti. Böylece Ankara ve Şam yönetimleri gelişmeleri kendi iç kamuoylarına sunarken diğer cephedeki gelişmeyi kendi zaferlerinin gölgesinde bırakma imkânına kavuşmuştu.
Yani, TSK desteğindeki ÖSO’nun El Bab şehir merkezine girmesi ile Halep’in cihatçı işgalinden kurtuluşu aynı güne denk getirilmişti: 21 Aralık 2016. Türk medyasının manşetlerine El Bab’ın düşüşünü taşıdığı gün Suriye basını da manşetlerinde Halep zaferini aktarıyordu.
Ankara bir taşta iki kuş vurmuş oluyordu: Dünyaya “IŞİD ile olan sınırımızı tamamen kapattık” şeklinde yansıttığı operasyonu iç kamuoyuna da “Kürt koridorunu engellemek” olarak sunabiliyordu.
Afrin/ Doğu Guta örneği
2018 yılının ilk aylarında TSK desteğindeki ÖSO unsurlarınca yürütülen “Zeytin Dalı Operasyonu”nda da benzer bir kurgunun izlerini gördük. El Bab/Halep ikilisinin yerini bu kez Afrin/Guta (Şam) almıştı. Afrin’i az çok biliyoruz. Guta’yı da hatırlatalım:
Suriye Ordusu’na bağlı birlikler ve müttefiki olan milis güçler başkent Şam’ın 4-5 km doğusundaki bu cepte yıllardır silahlı cihatçılara karşı savaşmaktaydı. Şam Yönetimi burada, Suudi Arabistan destekli Ceyşü’l İslam ile; Katar destekli Feylek-ül Rahman ile; ABD desteğini de almış Nureddin Zengi Hareketi ile; Suriye El Kaidesi de diyebileceğimiz Heyet Tahrirü’ş Şam ile ve Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin ortak desteğini sırtlamış görünen Ahrarü’ş Şam ile çatışmaktaydı.
2018 yılının Mart ayında bu savaşın da sona yaklaştığı anlaşıldı. Astana sürecinin ortaklarından Türkiye ile Rusya bir kez daha anlaşmıştı. Bu kez zafer için Türk tarihinden gelen sembolik bir önemi de olan “18 Mart” olarak seçilmişti. TSK desteğindeki ÖSO güçlerinin Afrin merkezine girdikleri ve Demirci Kawa heykelini devirdikleri o gün, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad da gözünde güneş gözlükleri, Honda marka bir otomobilin direksiyon koltuğuna oturmuş şekilde, Şam’dan Doğu Guta’ya, yani 5 yıldır cihatçı güçlerin işgali altında olan ama birkaç saat önce kurtarılmış bölgeye doğru ilerliyordu. Biraz sonra arabasından inerek askeri birliklerini ziyaret edip kutlayacaktı.
Ankara ve Şam yönetimleri 18 Mart 2018’de farklı zaferleri kutluyor ve bu şekilde diğer taraftaki gelişmeyi gölgede bırakabiliyorlardı.
ÖSO’nun Afrin merkezinde tam denetim sağladığı 24 Mart günü de Suriye ordusu Guta’da denetimi ele geçiriyordu. Zamelka, Cobar gibi mevkilerde hükümet kuvvetlerine karşı uzun süredir savaşan isyancı gruplar ateşi kesmeleri gerektiğine tıpkı Halep’te olduğu gibi ikna edilmişlerdi. Yeşil otobüslere binerek bölgeyi terk eden cihatçılar Hama’nın kuzeyi üzerinden İdlib’e transfer ediliyorlardı.
Doğu Guta’nın, uzun süredir top atışlarıyla başkenti tehdit eden cihatçılardan temizlenmesi, Suriye Ordusu’nun gözünde “Şam’ın kurtuluşu,” anlamına geliyordu. Suriye hükümetinin gözünde bu gelişme ülkenin ticari başkenti sayılan Halep’in kurtuluşu kadar önemliydi.
Bu arada Zeytin Dalı Operasyonu”na karşı başta –çok ciddi bir direniş gösterdiği anlaşılan Kürtler (YPG/YPJ) Cinderes’in düşmesinin ardından bölgeden hızla çekilmeye ikna olmuş bir görüntü vererek Afrin’i TSK destekli ÖSO unsurlarına bırakıyorlardı.
Böylelikle Ankara bir kez daha bir taşta iki kuş vuruyordu: İç kamuoyuna “teröristleri sınırına yakın bölgeden atmak” olarak sunduğu bu gelişmeyi dünyaya da, Avrupa’ya yeni mülteci akınını önleyecek şekilde “sınırlarımızı tamamen güvence altına alıyoruz” şeklinde yansıtıyordu.
İdlib/Menbiç örneği mi?
Şimdi iş geldi İdlib düğümünün çözülmesine kaldı. Hatırlanacağı gibi, 7 Eylül 2018’de Rusya'nın Soçi kentinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında varılan İdlib mutabakatı, Rusya’nın İdlib’i cihatçı güçlerden temizlemeyi hedefleyen operasyonunu bir süreliğine ertelemiş oldu. İdlib’te 12 gözlem istasyonu olan Ankara, Rusya’ya 15 Ekim'e kadar 15-20 km genişliğinde silahlardan arındırılmış bir tampon bölge kurabileceği güvencesini verdi. Bu, Rusların Hmeymim ve Tartus'taki hava ve deniz üslerinin daha güvenli bir hale gelmesi demekti. İdlib’te girişilecek bir operasyon çok daha uzun süreli ve maliyetli olacaktı. Ayrıca, böyle bir operasyon sırasında yeni bir kimyasal silah saldırısı tiyatrosuyla Suriye topraklarının ABD yanlısı güçlerce bir kez daha bombalanması kesin gibiydi. Hal böyle olunca, Ankara’nın “bana zaman ver, bu işi ben çözerim” seçeneği gayet makuldü. Bölgede maliyetsiz olabildiğince ilerleme imkânı doğduğu için Moskova bu ertelemeye ikna oldu.
Tabii Rusya’ya verilen güvenceler bununla sınırlı değildi. Ankara, M5 olarak bilinen Halep – Şam (Hama) otoyolu ile Lazkiye –Halep karayolunun 2018 yılı sonuna kadar yeniden bütünüyle radikal unsurlardan temizleneceği güvencesini de veriyordu. Bu iki karayolu Suriye ve doğal olarak Rusya için çok önemliydi.
Şimdi, bu süreçte geldik 11. aya! Ankara belirli ölçülerde verdiği güvencenin gereğini yerine getirmiş görünüyor. Ancak bahsi geçen bölgede silahlar tam anlamıyla susmuş değil.
Tabii bundan daha önemli konu şu: Eğer bölgedeki radikal cihatçı unsurları temizleyerek Rusya’nın ve Şam Yönetimi’nin önünü açan bir operasyona girişir, ardından da askeri unsurlarınızı geri çekerseniz sözünüzün gereğini yerine getirmiş olursunuz. Ama…. Elbette ki çok önemli bir “ama” var ortada… Ama, eğer bu gelişmenin paralelinde onu gölgede bırakacak ve yine Suriye coğrafyasında kendi kamuoyunuzu da tatmin eden bir “zafer” yaşatamaz, bir başka coğrafyaya “bayrak çekmezseniz” bunu içerde kimseye anlatamazsınız.
Benzer şekilde, “dışarda” özellikle de Batı başkentlerine anlatacağınız bir başarı hikayeniz de olması lazım. Türkiye’nin İdlib’ten askeri unsurlarını çekmesi ve cihatçı güçlerin bölgeyi kaybetmesi mülteci akınına yol açabileceği için, bu durum o başkentlerde Ankara’nın hanesine “yenilgi” ya da “zaaf” olarak yazılacaktır.
Bölgedeki son gelişmeler, Ankara’nın böylesi ikili başarıyı yakalayacağı (ve bunu da Rusya’nın İdlip operasyonuyla çakıştıracağı) bir zafer sahası arayışında olduğunu, bunun için de zaman açısından epey sıkıştığını gösteriyor. Dolayısıyla, Ankara Menbiç ve Fırat’ın doğusuna yönelik operasyona girişeceği doğrultusunda son haftalarda artan sinyaller veriyor, Batı başkentlerine ulaşan ajans bültenlerinde, “Türkiye YPG’ye karşı yeni bir askeri operasyona hazırlanıyor” şeklinde haberler ağırlık kazanıyorsa, bu gelişmeleri bu çerçevede okumak gerekir.
Bundan sonra ne bekleyebiliriz?
Soçi’deki uzlaşmayla İdlib’deki güvenlik riskleri kendisine doğru ötelenen Türkiye, kasım ayının ilk haftası içinde, hem bölgede tam ve kesin bir silahsızlanma sağlayamamış görünüyor, hem de kendi “zafer sahasını” kendi arzuladığı biçimiyle netleştirememiş izlenimi veriyor. Zirveler, ikili, üçlü görüşmeler bu eksiği giderme hedefine dönük olarak da yürütülüyor.
Ve bu açıdan bakıldığında, zaman iyice daralıyor. Hatta belki zaman bitti. Zira, görüyoruz ki, İdlib’e yönelik bir kara operasyonu için elleri epeydir tetikte bekleyen ve TSK’nın işini çabucak tamamlaması gerektiğini düşünen Suriye Ordu birlikleri Halep’in kuzeybatı kırsalında Ankara destekli ÖSO güçleri ile sınırlı da olsa bazı çatışmalar yaşıyor. Silahsızlandırıldığı belirtilen bölge içinde yer alan, M5 otoyolu üzerindeki Morek geçiş noktası Suriye Ordusu tarafından alelacele yeniden açılıyor. Bütün bu gelişmeler bu bölgede bundan sonra ne bekleyebiliriz, sorusunu çok önemli kılıyor.
Bir kere, Ankara, Aralık sonuna kadar M5 olarak bilinen Halep – Şam otoyolu ile Lazkiye –Halep karayolunun 1 Ocak 2019’a kadar olabildiğince radikal unsurlardan temizleyerek, kendisine bağlı güçleri İdlib’in kuzeyindeki daha dar bir sahaya çekebilir. Böylece çok derin olma ada, Afrin bölgesine ilave bir sahayı elinde tutmuş olabilir.
Ancak Ankara kendi zaferini üreteceği sahaya yönelik arayışını nihayete erdirmek isteyecektir. ABD askerleri Kobani’de Türkiye’yi “tehdit” olarak gören SDG güçleri ile ortak devriye gezdiği müddetçe, Fırat’ın doğusunun Ankara için imkân dahilinde bir hedef olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar TSK’nın son zamanlarda Serekaniye’nin (Resülayn) karşısındaki Ceylanpınar’da ve Girê Sipî’nin (Tel Abyad) karşısındaki Akçakale’de hareketlilik içinde görüldüğü haberleri gelse de, bu hareketliliğin SDG üzerinde baskı oluşturma, SDG’nin İŞİD’e karşı mücadelesini zayıflatarak Kürtlerin ABD ile ilişkilerini zayıflatmak gibi farklı hedefleri de olabilir.
Zaten Ankara da, kanaatimce, başından beri Fırat’ın doğusu yerine, Fırat’ın hemen batısındaki Menbiç’i daha gerçekçi bir hedef olarak görüyor. Ancak ABD tam ayrıntılandırılmamış yol haritalarıyla niyetini biraz karışık gördüğü Ankara’yı teknik gerekçeler ileri sürerek Ekim ayı sonlarına kadar epeyce oyalamış ve Menbiç’i TSK’nın tekil iradesine teslim etmeyi düşünmediğini net olarak ilan etmiştir. “Burada ancak benim şartlarımda benimle birlikte, “Birleşik Görev Gücü” altında devriye yaparsın. Birlikte bakarız ve YPG unsurlarının bölgeden çekildiğini görür, ikna olursun. Sen ikna olunca da, bir süre sonra devriye işine son veririz, oradaki millet de kendi yerel yöneticilerini seçer” demiştir. Hal böyleyken ABD’nin kendi askerini çekerek Menbiç’i, hele de şehrin merkezini Ankara’nın arzulayacağı tarzda bir “zafer sahası” olarak bütünüyle TSK kontrolüne devretmesi –karşılığında Ankara’dan çok sağlam tavizler almadan- çok kolay görülmüyor.
İşte tam bu noktada, ABD’nin niyetinin ne olduğu, nasıl tavizler karşılığı Ankara’ya Menbiç vizesi verebileceği konusu önem kazanıyor. Böyle bakınca, ABD’nin bugünkü momenti epey zaman önce öngördüğünü ve 2016’dan bu yana buna uygun davrandığını söyleyebiliriz.
Washington yönetimi, Fırat’ın batısına geçerek Türkiye’nin kırmızı çizgilerini çiğnemek gibi bir niyeti olmadığını 2015 yılında telaffuz ettiği halde, Fırat havzası üzerindeki Teşrin Barajı’nın denetimini IŞİD’in elinden aldıktan en fazla 6 ay sonra, asli unsurunu Kürtlerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) bir anda Fırat’ın batısına, halkın büyük çoğunluğu Sünni Arap olan Menbiç’e yürütüp 2016 yılı Ağustos ayında IŞİD’in elinden aldırmıştı. Fırat’ın belirleyiciliği konusunda Ruslar ile de anlaşmış görünen ABD, nehrin batısına sarkıp Menbiç’e uzanırken muhtemelen şehri belki yarın Ankara’dan kopartacağı bir tavize karşılık boşaltacağını daha o dönemde düşünmüş, bu nedenle bir koz olarak elinde tutmak istemiş ve SDG’nin şehri IŞİD’in elinden almasını sağlamıştır.
Bu “tavizin” ne olabileceğine gelince… Akla gelen ilk seçenek, ABD’nin Menbiç manevrasına, Fırat’ın doğusundaki Kürt entitesine ve Washington’un buradaki de facto egemenliğine Ankara nezdinde ilerde meşruiyet kazandıracak bir koz olarak giriştiği oluyor. ABD Fırat’ın doğusundaki petrol ve doğal gaz yataklarıyla dolu bölgeden Şam Yönetimi’nden arzuladığı siyasi ve ekonomik tavizleri almadan çıkmayacaktır. Ankara’nın iradesini de elbette bu yolda yanında görmek istemektedir. Ancak YPG’yi terör örgütü olarak değerlendiren Ankara böyle bir pozisyon almayı başından beri reddettiği için, Amerikalıların Menbiç manevrasına Ankara’nın bu yöndeki iradesini rehin almak üzere girişmiş olması muhtemeldir.
Eğer öyleyse, “terör örgütleri bir an önce Münbiç’ten çıkmalı” diyen Türkiye ile bu şehirde ortak devriye görevi yürütecek olan ABD’nin bölgeye dönük yol haritasında neler planladıkları/planlayacakları önem kazanıyor. Bu haritada Ankara’ya yakın vadede bir “zafer sahası” sunmak da var mı, varsa nasıl ve ne şekilde var, onu göreceğiz. İdlib denkleminin çözümünde de zaten bu sorunun cevabı son derece kritik olacaktır.
twitter: @akdoganozkan