15 Temmuz, zaten çok da iç açıcı olmayan gündemimizi domine etmeye başladığından bu yana, arada bir çok gelişme kendisine hakkıyla yer bulamadan kaynayıp gitti. “Tarihçilerin Kutbu” olarak anılan bilim adamımız Halil İnalcık’ın (1917-2016) 25 Temmuz’daki ölümü de bunlardan biri oldu. Tarihçi değilim, o yüzden hocanın akademik kulvarını değerlendirmem mümkün değil. Ama onun popüler tarih alanına özellikle 80 yaşından sonra yaptığı çok yönlü katkıları izlemeye çalışan biri, bir İnalcık okuruyum. O nedenle onun tarihimizi anlama ve yorumlama çabası içinden süzdüğüm bir hikayeyi bu köşeye taşıyarak, bu asırlık çınarımızı anmak istiyorum. Hukuk devleti adına bizi daha güvenli bir geleceğe taşıyacak anlamlı bir ders çıkarmadan öylece sürükleniyor izlenimi verdiğimiz şu yoğun demokrasi (!) gündemimiz içinde, Halil İnalcık’a bir kez de ben saygılarımı sunmak istiyorum.
Konu, Osmanlı’nın bir zamanlar rivayetlerden ibaret olan kuruluş hikâyesine İnalcık’ın hayatının son çeyreğinde yaptığı anlamlı katkı. Malum, yakın bir zamana kadar tarih kitaplarımızın pek çoğunda ve milli eğitim müfredatlarında Osmanlı’nın kuruluş tarihi 1299, kuruluş yeri de bugün Bilecik ilimize bağlı olan Söğüt olarak geçerdi.
Aslına bakarsanız, elde bu tarih ve mekânı doğrulayan öyle açık bir bilimsel kanıt da yoktu. Elde sadece Osman’ın nasıl olup da Anadolu’daki dağınık toplulukları bir beylik halinde örgütlediğine ilişkin bazı rivayetler, menkıbeler vardı. Onlara göre de, babası Ertuğrul Bey Söğüt’ü yurt tutmuştu. 1299 yılında da Karacahisar’da Osman Bey adına bir hutbe okunmuştu. Tarihçiler buradan hareketle Osman Bey’in 1299’da bağımsız bir hükümdar olarak belirdiğine ve Osmanlı Beyliği’nin Söğüt’te kurulduğuna hükmetmişlerdi.
Ancak burada şöyle bir sıkıntı vardı: Osmanlı’nın kuruluşunu Âşık Paşazade, Neşrî ve Oruç Bey gibi kişilerin “menakıbnâme” olarak bildiğimiz eserleri naklediyordu. Bu eserleri meydana getirenler de tarih yazıcılığını Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde yani 1200’lerde 1300’lerde değil, imparatorluk dönemlerinde -yani en erken 15. yüzyılda- yapmışlardı. Dolayısıyla Osmanlı’nın ilk dönemlerini yaşamış, görmüş değillerdi.
Kuruluş yıllarına ilişkin en sık başvurulan kaynak “Âşık Paşazade Tarihi” olarak da bilinen, fakat aslında anonim bir eser olan “Tevârîh-i Âl-i Osmân” idi. 1474’lerde yazılmış olan bu kaynakta yer alan en eski menkıbe de, daha çok Orhan Bey’in imamı olduğu söylenen Yahşi Fakih’in aktardıklarına dayandırılıyordu.
1990’ların sonunda Osmanlı’nın prehistoryasını ve tabii “1299, Söğüt” bilgisini kökünden sarsan bir gelişme yaşandı. Aslında güneşin altında yeni bir “bilgi,” yeni bir “kanıt” ele geçmemişti. Sadece 1244 doğumlu, İstanbullu bir kaynak olan –ve daha önce tarihçilerce ihmal edilmiş- Georgios Pachymeres’in eserleri yeniden ve daha özenli bir okumaya tabii tutulmuştu.
1244’te İznik’te doğmuş, 1261’te başkente taşınmış ve Ayasofya’da da diyakozluk yapmış, hem Bizans imparatorluk ailesiyle hem de üstdüzey devlet görevleriyle yakın ilişkiler kurmuş bir isimdi Pachymeres. Onun Pachymeres Tarihi de diyebileceğimiz kronikleri, Bizans’ta meydana gelen gelişmeleri 13. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp 1307’ye kadar aktarıyordu.
Osman Bey’in çağdaşı olan Pachymeres’e bakılırsa, Osmanlı Beyliği’nin yükselen bir hanedan olarak ortaya çıkışının gerçek miladı, 1302’de Bizans ile İznik yakınlarında girişilen Koyunhisar (Bapheus) Savaşı idi. Pachymeres, kroniklerinde “27 Temmuz [1302] günü güzel İzmit’in yakınındaki Bapheus [Koyunhisar] topraklarında sayısı birkaç bini bulan adamlarının eşliğinde Osman ansızın ortaya çıkmıştır” diyor ve devamında Türklerin bu savaşta Bizans ordusunu nasıl yenilgiye uğrattığını anlatıyordu.
Bu bilgiler, Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Bey’in kendi çağdaşı bir kaynakta ilk kez yer alması açısından çok önemliydi. Pachymeres’i V. Laurent’ın Fransızca çevirisinden (Relations Historiques) okuyan ve bir çok çağdaşı gibi özellikle Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin olarak bir aydınlanma yaşayan Halil İnalcık, oradaki bilgileri “Tevârîh-i Âl-i Osmân” ve diğer kaynaklardaki bilgilerle bir araya getiriyordu. Bununla da yetinmeyen Hoca, menkıbeleri sınamak için yaşı 80’e yaklaşırken araziye çıkıyor, kuruluş coğrafyasında topografik ve toponimik incelemeler yapıyor ve bu alan araştırmaları sonunda, bir zamanlar rivayetlerden oluşan bir tarihi yeniden yazmaya koyuluyordu. Metodolojisinde eksik bir halkaya yer vermeyen Halil İnalcık’a göre, kuruluşun ardındaki olaylar şöyle gelişmişti:
Selçuklu-Bizans sınırındaki bir uç beyi olan Osman Bey, eski Bizans payitahtı olan İznik bölgesini kuşatıp ablukaya alınca, Bizans imparatoru, hassa komutanı Leon Mouzalon’un yaklaşık 2 bin kişilik birliğini bölgeye gönderiyordu. Bursa, Edrenos, Bedenos, Kestel ve diğer bir takım bölgelerin tekfurları bu savaşta Bizans saflarında Osman’a karşı savaşıyordu. Ancak Osman Bey bu savaşa hazırdı. Ayrıca İznik Gölü’nün güneydoğusundaki Dıraz Ali Boğazı yakınlarında bir kule bile inşa ettirmişti. Osman Bey, 27 Temmuz 1302 tarihinde Koyunhisar (Bapheus) yakınlarında karşılaştığı Bizans ordusunu 5 bin kişilik kuvvetiyle savaşıp yeniyordu. Osman Bey kazandığı bu zafer ile bölgedeki alplerin, ahilerin ve genel olarak Türkmen halkın gözünde karizmatik bir bey ve bir hanedan kurucusu durumuna geçti. Savaşın ardından Anadolu’nun pek çok yerindeki gaziler onun bayrağı altında toplanmaya başladılar.
Osman, İznik’i kuşatmaya giderken Köprühisar-Derbent yolundan geçmişti. Bizans ordularının da geçtiği bu vadi o tarihlerde ormanlarla kaplıydı. İnalcık 1994 yılından sonra, bölgede alan araştırmalarına çıkıyor, ve bu çalışmalarında, vadiye giriş noktası olan Köprühisar’ı seçiyor, buradaki antik köprünün ayakları ile İznik’e 4 kilometre uzaktaki Draz Ali köyünü ve yüksekçe kayasıyla birlikte pınarını tespit ediyordu. İnalcık, Osman’ın yaptırdığı ve Yenişehir yakınlarındaki havale kulesinden iz kalmadığını görse de, diğer gözlemleri Pachymeres kroniklerini ve menkıbeleri doğrulayan bir nitelik arz ediyordu.
Bu gözlemlerinden elde ettiği sonuçları da çalışmasına katan İnalcık Hoca, İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı tarafından 1-4 Ekim 2000’de düzenlenen “Birinci Uluslararası İznik/Nicea Sempozyumu”na konuya ilişkin bir tebliğle katılmıştı. Çalışma daha sonra İ. Akbaygil, Oktay Aslanapa ve Halil İnalcık tarafından hazırlanan tebliğler kitabında kendisine “Osman Ghazi’s Siege of Nicea and the Battle of Bapheus” başlığıyla yer buldu. Hoca bu konudaki çalışma ve tespitlerini, 27 Temmuz 2009’da Yalova’da gerçekleştirilen “Osmanlı Devletinin Kuruluş Tarihi Uluslararası Sempozyumu”nda yeniden aktardı. İnalcık fotoğraflarla da zenginleştirdiği bu bilgileri, bugün bağımsız, mükemmel bir popüler kaynak olan #Tarih dergisinin 2009-2010 yıllarındaki kimi nüshalarında da yayımlayacaktı.
Anadolu ve Türk tarihinde önemli bir kilometre taşı olan bu savaşa dair Pachymeres Tarihi ile Tevârîh-i Âl-i Osmân da dahil olmak üzere incelenen kaynaklar sayesinde sonuçta şöyle bir hükme varılıyordu:
Osmanlı Beyliği’nin yükselen bir hanedan olarak ortaya çıkışının gerçek miladı, Bizans ile İznik yakınlarında 1302 yılında girişilen Koyunhisar (Bapheus) Savaşı’ydı. Yani Osmanlı’nın kuruluş tarihi 1299 değil 1302, kuruluş coğrafyası da Bilecik’in Söğüt ilçesi değil, Yalova’nın Koyunhisar mevkii idi.
Bu çığır açıcı gelişme bilime saygısı olan ve biraz sağduyunun hakim olduğu bir ülkede heyecan ve iştahla karşılanırdı. Ama burası Türkiye’ydi ve bu gelişme önce iki yerel yönetimimiz arasında ihtilaf ve münakaşalara sebep olmuş, taraflar “hayır orda değil, bizde kuruldu” demeye getiren söz, afiş ve pankart yarışına bile girişmişti. Hatta bir belediye başkanı “Tarihi yeniden yazmanın gereği yok” diyerek Hoca’ya akıl veriyor, bir başkası da tarihin yeniden yazılmasının “Osmanlı’nın kurucularının ruhlarını incittiğini” söylüyordu. 100 yaşına geldiğinde halen 7 doktora öğrencisi olan bir bilim insanımızın kendi tarihimize ışık tutan çok yönlü araştırmaları meraklı Türkiye’de sınırlı bir kesim dışında kimsenin umurunda değilmiş gibi görünüyordu.
Sınav sorularını çalarak bürokratik ve akademik hiyerarşide kendilerine hak etmedikleri mevkiler açanların, bunu bilen ve göz yumanların yılların seyri içinde vasatlaştırdığı bir ülkede, Halil İnalcık çoğunu 80 yaşından sonra yazdığı 72 kitabıyla belki de kapattığımız bir “Altın Çağ’ın” son temsilcilerindendi.
O, “tarihçilerin kutbu,” “hocaların hocası,” idi ama ekranlarda sıkça boy gösteren pek çok meslektaşından farklı olarak, her durumda alçak gönüllülüğü ve tevazusunu koruyan, kibri kendinden her daim uzakta tutan olağanüstü kişiliğiyle bir çok kişinin gönlünde taht kurmuş büyük bir insandı.
Hoca, 2015 yılında verdiği bir mülakatta kendinden emin bir şekilde “bu sıkıntılı günler de geçecek” diyordu. Bu cumhuriyet şu lime lime olmuş kurumları ve görünen tık nefes haliyle bundan sonra bir Halil İnalcık daha çıkarabilir mi, bilmiyorum. Ben daha bu sıkıntılı günler geçer mi, onu dahi bilmiyorum. Ama keşke hocanın ömrü ikinci bir yüzyıla daha taşsaydı ve o bu tip umut dolu cümleler sarfettiğinde, asırlık tecrübesine binaen ona yeniden, yeniden inanmayı seçebilseydik.
Şimdi belki yapabileceğimiz şeylerden biri de, onu okumak, daha çok okumak ve “sıkıntılı günlerin geçeceği” yolundaki –varsa eğer- ümitvar ipuçlarını tarihimizden de hareketle artırmaya çalışmak olabilir. “Destan yazmaya,” “tarih yazmaya” meraklı, ama uza ya da yakın tarihi anlama çabasına uzak bir ülkede bu bile az buz bir şey olmaz sanırım.
Dedelerimin memleketlisi, Kırımlı, dünya tatlısı bu tarihçimizin, Halil İnalcık’ın ruhu şad olsun!