Son yıllarda Türkiye'nin Fransa ile ilişkilerinde eskisiyle kıyaslanmayacak bir gerginlik olduğu ve tarafların zaman zaman bu gerginliği tırmandırmaktan kaçınmadıkları göze çarpıyor. İlk bakışta bu gerginlik İslam dünyası ile Hıristiyan Batı arasında yaşanan bir "medeniyetler ihtilafının" iki ülke ilişkilerine yansıyan gölgesi gibi de görülebilir. Bu tespiti haklı kılacak kimi olguların varlığından bahsedilecekse de, gerginliğin kaynağına yönelik temel gerçek şudur:
ABD'nin Doğu Akdeniz'deki askeri hegemonyası (gerek insan gerek finansal maliyetinin de ağırlığı altında) çözülmekte, bir zamanlar bölgenin tartışmasız hâkimi konumunda görülen Washington, bu maliyetleri üslenmekten imtina ettikçe mevzi yitirmektedir. Onun yokluğuyla -ya da yarım varlığıyla, diyelim- oluşan vakumda da bazı aktörler bu boşluğu doldurarak özellikle Rusya'ya karşı dengeleyici bir rol oynamaya çalışmaktadır. Bu da kendi egemenlerine yeni dünyada alan açma çabası içindeki Fransa ile Türkiye'yi hırçın bir rekabetin içine sokmaktadır. Bu durum, Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin tek boyutu değilse bile, aralarında son yıllarda tırmanan gerginliği bu perspektiften okumak da olanaklıdır. Şimdi bu gerginliğin son 10 yılda nasıl bir seyirle ve olaylar arasında nasıl bir bağlantıyla taşındığına dair gözlemlerimize geçelim:
Libya ile başlayan gerginlik
Biz iki ülke arasındaki gerginliğin uç verdiğine belki de ilk olarak NATO'nun Libya'da iç savaş çıkarmaya ve Muammer Kaddafi rejimini sonlandırmaya dönük faaliyetleri sırasında tanık olduk. 2011 yılında Libya'da iç savaş başladığında Fransa, başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin bu ülkedeki ihtilafın sonlandırılmasına dönük olarak "güç" kullanılmasına yönelik herhangi bir kararını beklemeksizin, 19 Mart 2011 tarihinde Libya'yı bombalamaya başladı. Hemen ardından da CIA'in allayıp pulladığı bir adamın ülkedeki siyasi otoriteyi ele alması için onu silahla donatan en büyük güçlerden biri olmaya çalıştı.
Hem de Libya'daki yatırımlarını kaybetmemek için bu ülkedeki statükoyu gözetmek dışında başka bir seçeneğin hazırlığını yapmamış olan NATO'daki müttefiki Türkiye'nin "NATO'nun Libya'da ne işi var" şeklindeki bağrış çağrısına aldırış dahi etmeksizin. İlk kez bir NATO ülkesi, bir meşru hükümetin karşısında konuşlanan isyancı güçlere doğrudan askeri yardım yaptığını açıkça itiraf ediyordu. Bu arada, Fransız jetlerinin, Libya'daki ilk hedefleri, bu ülkenin envanterindeki Rus yapımı tanklar olur, Fransız uçakları patır patır T-62 ve T55 avlarken, Ankara gibi Moskova'nın da bölgede hızlı seyreden gelişmeler karşısında gafil avlandığı ortaya çıkıyordu.
NATO'nun liderlik ettiği askeri güce aralarında Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin de olduğu birçok Arap ülkesi destek vermişti. Bir başka deyişle, ilerleyen dönemde Suriye'de ve Doğu Akdeniz'deki ihtilaflarda net biçimde gördüğümüz kamplaşmanın tohumları aslında Libya'da atılıyordu. Elbette ki, NATO'nun eşsiz katkılarıyla!
2011'de başlayan ve Libya'nın dağılıp mefluç bir ülkeye dönüştürülmesine yol açan savaş, sadece günde 1 milyon 600 bin varil olan petrol üretimini neredeyse sıfır noktasına getirmekle kalmamış, NATO eliyle Ankara'nın bu ülkedeki yatırımlarını da dümdüz etmişti.
Gecikmişlik, bedelleri ve tazminleri
Soğuk Savaş'ın sona erdiğini epey bir faz farkıyla idrak eden, ancak bunun gerektirdiği müstakil siyaset konseptini geliştirmekte de bir miktar geciken Ankara, Afrika'nın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesindeki yatırımlarının noktalanmasıyla sonuçlanan bir oldubittiyle, belki de o gecikmişliğinin bedelini ödüyordu.
Ortada bir gecikmişlikten söz edilecekse benzer denebilecek bir durum aslında Fransa için de farklı bir şekilde söz konusuydu. 1949 yılında kurulan NATO'nun en önemli askeri üsleri o dönemde Fransa'da bulunuyordu. ABD uçakları "lojistik görevler" için sayısı onu aşan Fransız üssünü kullanabiliyordu. Charles De Gaulle önderliğinde aşama aşama müstakil bir dış politika izleme çabası veren ve bir yandan da nükleer güce ulaşan Fransa, bu rahatlıkla 1966 yılında NATO'nun askeri kanadından ayrılma kararlılığını gösterebilmişti. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO'nun askeri karar mekanizmalarının dışında kalmanın ülkeyi etkisizleştirdiği ve başka oyuncuları avantajlı kılmaya başladığı tezini kamuoyuna kabul ettiren Fransa, ‘90'lardan sonra ittifaka dönmeye çalıştı. Paris'in NATO'nun askeri kanadına dönmesi 2009 yılını bulsa da, ittifak yapılanmalarındaki yerini tam olarak 2010'da alabildi. Zaten 1 yıl sonra, yani 2011'de de bu gecikmişliğinin acısını çıkartırcasına, Libya'daki iç savaşta Obama'nın müsaadesiyle "pilot koltuğuna" geçti.
Suriye'de Libya Sendromu
Ankara'ya hızla akan tarihi izlemek düşmüştü. İşte bu nedenledir ki, aynı yıl bu kez Suriye'deki sokak gösterileri yerini silahlı birtakım çatışmalara bırakmaya başladığında, Türkiye hükümeti ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonun burada da hızlı bir şekilde aksiyona geçeceğini ve kendisinin yine "ofsayta yakalanma" riski bulunduğunu düşündü. Ankara, Suriye'ye büyük bir istihbaratçı ordusu yığan ABD önderliğindeki koalisyonun kısa bir zaman içinde bölgeye dönük askeri güç kullanmaya başlayacağını zannediyordu. Olay Irak ve Libya'da nasıl ilerletildiyse Suriye'de de o şekilde ilerleyecekti. Fransa'nın Libya'daki oldubittisinin bir benzerinin Suriye ile 900 km'yi aşan sınırının hemen güneyinde tekrarlanmasının başka riskleri de bulunduğunu gören Ankara bu gelişmenin önüne geçmeye kararlıydı. Bu nedenle de bu kez "proaktif" tutum takınanın kendisi olacağı izlenimini verme çabasına yöneldi.
Türk hükümeti, daha ABD Yönetimi bölgeye doğrudan askeri müdahalede bulunmak yönünde bir karar bile almamışken, Washington'un komutası altındaki olası bir harekatta inisiyatifi Fransa'ya kaptırmak niyetinde olmadığını, bunun için de gerekirse statükoyu –Libya'daki gibi korumaya çalışan değil- yıkan taraf olabileceğini göstermenin peşine düşüyordu. Daha 2011 yılının Ağustos ayında Türk Dışişleri Bakanı soluğu bu sebeple Şam'da aldı ve kısa bir süre önce hükûmetlerarası ortak toplantılar yaptığı Suriye'nin Devlet Başkanı Beşar Esad'ın karşısına, onu da şaşırtan bir tutumla çıktı. Ankara, bu 6,5 saatlik görüşmede "kraldan fazla kralcı" bir tavırla, "sonun Saddam Hüseyin'e benzemesin, şu şu şu reformları yap" mealinde sözler sarf etti. Hatta iddiaya göre, Dışişleri Bakanımız, masaya yumruğunu vurarak, Esad'a "istifa edeceksiniz" diye bağırmıştı. Yıllar sonra öğrenecektik ki, o görüşmede Suriye Dışişleri Bakanı Türk Dışişleri Bakanı'na, "Siz ABD elçisi misiniz yoksa Türkiye Devletinin Hariciye Vekili misiniz? Bana Başbakanınızdan mesaj getirdiğini söylüyorsunuz ama sürekli ABD ve Başkanı'nın direktiflerini aktarıyorsunuz?" demişti.
Görüşmenin ardından da Ankara –bu tip coğrafyalara genellikle İngiltere ve Fransa gibi müttefikleriyle müdahalede bulunmayı tercih eden- ABD'yi bölgede kendisiyle birlikte askeri operasyonda bulunmaya davet etme çabasına girişti.
Ancak Ankara'nın öngöremediği ya da öngörmek istemediği bir şey vardı. Suriye'nin elinde yeteneklerine dair kapsamlı bilgi sahibi olunmayan S-300 ve muhtemelen S-400 gibi gelişkin, Rus yapımı hava savunma sistemleri vardı. Bölgeye dönük bir askeri müdahalede Irak ve Libya'da olduğu gibi Suriye'de de bir "uçuşa yasak bölge" ilanı uygulamak zordu. Bilinmezler altında böyle bir durum, insan hayatı ve mali açıdan epeyce riskliydi. Başkan Barack Obama ABD'nin Afganistan ve Irak'tan sonra sonu belirsiz yeni bir savaşa sürüklenmesinden endişe eden ve başka bir ülkeye müdahaleye olumsuz yaklaşan Amerikan halkı ile Kongre'nin özellikle Temsilciler Meclisi kanadını ikna etmekte zorlanmaktaydı. "Çocukları eve getirme" sözü veren Amerikan yönetiminin böyle bir riski kucaklaması zordu. ABD bölgeye yönelik hedeflerine başka şartlar altında ulaşmayı deneyecekti.
Ankara'nın kursağında kalan "proaktiflik"
Bir başka deyişle Washington, Suriye'de ancak devlet dışı bazı aktörlerle bir vekalet savaşı yürütmeyi deneyecek, bu ülke toprağına, o da çok sınırlı sayıda Amerikan askerini savaşın da ancak 4. yılında gönderebilecekti. Ayrıca böyle bir müdahalede Ankara'nın o "proaktif "desteğine" pek ihtiyaç duymayacağını da diplomatik bir lisanla ortaya koyacaktı. Washington'un bölgeye yönelik başka tasavvurları vardı. ABD'nin ancak IŞİD'e karşı savaşan Kürtleri desteklemek ve YPG askerlerini eğitmek için bölgede varlık göstereceği belirginlik kazanmıştı. Ankara'nın güvenlik saikleriyle ihtiyaç duyduğunu söylediği "güvenli bölge"yi ilan etmeyeceğini yarım ağızla da olsa defalarca ortaya koymuş, Türk tarafını görüşmelerle oyalamayı seçmişti. Washington "IŞİD kartıyla" istediği hedefe ağır ağır da olsa ilerliyordu.
Fransa'ya gelince... Fransız hükümeti Ağustos 2011 itibarıyla Suriye ile resmi ilişkilerini kesmiş olsa da, o da ABD Yönetimi gibi iç kamuoyunu doğrudan bir müdahaleye ikna edebilecek durumda değildi. Bu nedenle, krizin başında muhaliflere sadece sözleriyle destek vermiş, ancak 2013'teki "Guta kimyasal silah tiyatrosunu" fırsat bilerek, aynı Türkiye gibi askeri müdahale isteyen bir taraf olmuştur. Lakin Ankara ile Paris'i aynı paydada buluşturan teklif Barack Obama tarafından reddedilince, Fransa 2014 Ağustos'una kadar bölgede hiçbir askeri faaliyete doğrudan katılamadı.
Neyse ki Fransa'nın imdadına "IŞİD kartı" yetişti. IŞİD'in, Irak'ın ikinci büyük kenti Musul'da ve Musul'un başkenti olduğu Ninova vilayetinde kontrolü tamamen ele geçirdiği 10 Haziran 2014 tarihi kritik bir eşik olmuş ve Fransa, o tarihten sonra bölgeye müdahale imkanını meşrulaştıracak fırsat kollamıştır. 7 Ocak 2015 tarihinde, Fransızca yayın yapan hiciv dergisi Charlie Hebdo'nun Paris'teki ofisine yapılan ve 11 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan El Kaide saldırısı akabinde olay yerine giden Cumhurbaşkanı François Hollande, "Saldırı karşılıksız bırakılmayacaktır," demiş ve bir yandan Şam Yönetimi'ne karşı tepkilerinin dozajını artırırken bir yandan da Suriye'ye asker gönderme kararı almıştı.
İlişkilerde büyüyen YPG gölgesi
Suriye'deki denklemi değiştiren gelişme, Rusya Federasyonu ordu birliklerinin 30 Eylül 2015 tarihinde Suriye'ye gelmesi oldu. Bunun üzerine Fransa, 2015 yılının Kasım ayından itibaren Suriye'deki IŞİD hedeflerini havadan vurmaya başladı. Paris hükümeti için kritik eşik, Rusya'nın Suriye'ye geldiği tarihten sadece 1,5 ay sonra IŞİD tarafından gerçekleşen ve 132 kişinin hayatını kaybettiği 13 Kasım 2015 tarihli Paris saldırıları oldu. Saldırıların ardından Fransa IŞİD ile mücadele stratejisinde vites yükseltti ve Suriye'de daha fazla ön plana çıkma arzusu gösterdi. Cumhurbaşkanı François Hollande, kanlı eylemin ülkesine karşı bir "savaş ilanı" olduğunu söylemiş ve sert bir karşılık vereceklerini ifade etmişti. Bu saldırıdan birkaç gün sonra da Fransa uluslararası hukukun meşru müdafaa ilkesine dayanarak -ABD Hava Kuvvetleri ile koordineli bir şekilde- Suriye'nin Rakka bölgesindeki IŞİD hedeflerini vurmaya başladı. O tarihle birlikte de PYD/YPG'ye verdiği desteği -Washington Yönetimi ile koordineli bir şekilde- artırarak Ankara'nın daha fazla tepkisini çekti. Bu tarihin sonrasında ABD ve Fransa, Türkiye ile yürüttükleri eğit-donat programından çıkarak PYD/YPG'ye askeri ve ekonomik destek vermeye başladı. Ankara için durum netti: Fransa, NATO ittifakı üyesi Türkiye'nin "terör örgütü' olarak gördüğü bir oluşumu desteklemekte bir beis görmemekteydi.
Bu arada François Hollande, PYD ve askeri üniformaları içindeki YPG yöneticilerini 2015'te Elysee Sarayı'nda ağırlarken, SDG yöneticileri 2018 ve 2019'da, yani Fransa'nın şu anki Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron döneminde de sarayda ağırlanmış, her iki davet de Ankara'nın tepkisine sebep olmuştu.
Düşürdüğümüz uçakla kendi ayağımıza sıkıyoruz
Fransa'nın YPG'ye askeri ve ekonomik destek vermesiyle ulusal güvenlik kaygıları daha da artan Ankara'nın uluslararası topluma yaptığı "daha çok şey yapma" çağrısı ve Washington'a yaptığı IŞİD ve Suriye Ordusu güçlerinden kaçan sivilleri korumak için bölgede birlikte bir "güvenli bölge" kurulması" önerisi fikri, daha öncekilerde olduğu gibi bir kez daha ABD tarafından reddedilmişti. 24 Kasım 2015 tarihinde Rusya Hava Kuvvetleri'ne ait Suhoy Su-24 tipi uçağı sınır ihlali gerçekleştirdiği gerekçesiyle Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülünce, olaya sert tepki gösteren Moskova karşısında Ankara'nın eli kolu bağlanmış ve Suriye denkleminde dış politikası tamamen ABD'ye emanet bir konuma gelmiştir. Ankara bir anlamda kendi bacağına kurşun sıkmıştır. Dış politikasına daha fazla denge ve müstakil davranabilme kabiliyeti getirebilirse ulusal güvenlik kaygılarının giderek arttığı sahada varolma şansı yakalayabileceğini düşünen Ankara, bu yaklaşımın gereğini ancak Ahmet Davutoğlu hükümetleri sonrasında 24 Mayıs 2016'da kurulan 65. TC Hükümeti ile birlikte yapmaya çalışmış ve 27 Haziran 2016'da Rusya'dan özür dilemiştir.
15 Temmuz 2016 askerî darbe teşebbüsü bastırılamamış olsa, belki Ankara ile Moskova arasında özür sonrasında yumuşamaya başlayan ilişkiler yerini yeniden kilitlenmeye bırakacaktı. 15 Temmuz gecesi Ankara'daki birçok kişi gibi kendisi de uyumayan ve Kremlin'i de uyutmayıp çalıştıran Vladimir Putin askerî darbe teşebbüsünün bastırılmasının ardından Ankara ile ilişkileri daha kolay ilerletebileceği bir imkân yakaladı.
Ancak bu kez de 19 Aralık 2016 gecesi Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov'un, katıldığı bir sergide düzenlenen suikast sonucu öldürülmesi ile iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden tehlikeye girmiştir. Lakin Moskova ile Ankara bu olayı da soğukkanlılıkla aşmayı bilmiş ve Suriye sahasında bir partner gibi olmasa da, Türkiye'ye de bölgede bazı askeri açılımlar sağlayabilecek kimi asgari müştereklerde anlaşarak yürütebilecekleri işbirliği potansiyeli yakalamıştı.
Bu sayede Ankara, Moskova'dan aldığı yeşil ışık ile 24 Ağustos 2017'da hedefini "Cerablus'u IŞİD'ten geri almak" olarak ilan ettiği "Fırat Kalkanı" askerî harekâtını başlattı. TSK, 15 Temmuz sonrasında, Astana Süreci'ndeki partnerinin oluruyla bölgede iki askeri operasyon daha yapmış ve bu operasyonlarla çok arzuladığı Fırat'ın doğusuna da uzanma imkânı bulmuştur. Bu şekilde Ankara, PKK'nın uzantısı olarak gördüğü YPG'yi kontrol altında tuttuğu bölgelerde geriletme fırsatı elde ederken, ABD Yönetimi'ne de bölgedeki askeri hareketliliğinde geri vites attırma fırsatı yakalamıştır.
Bu sırada Fransa ile ABD bölgedeki Kürt gruplar arasında varolan sorunların çözülmesine yönelik olarak tarafları -Ankara'nın iradesine rağmen- bir araya getirmeye çalışıyor ve Kürt grupların hamiliği Rusya'ya geçmeden her iki ülke de bu fırsatı kendince kullanmaya çalışıyordu.
İç politikada "kullanışlı" gerginlikler
Bu arada Ankara'nın bölgedeki operasyonlarına, özellikle de 9-17 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleştiren Barış Pınarı Harekatı'na en büyük tepkiyi veren ülkelerin başında Fransa gelmişti. 30 Ekim'de Fransa Ulusal Meclisi, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde yürüttüğü Barış Pınarı Harekatı'nı kınayan bir karar tasarısını kabul etti. "Fransa'nın YPG'ye sonsuz desteğini yinelediğinin" kaydedildiği tasarıya Ankara çok sert tepki gösterdi.
Artık iki ülke hükümetleri birbirleriyle aralarındaki gerginliği iç politikada avantaj sağlayıcı şekilde kullanmayı öğrenmişti. İslamcılığın yükselişiyle ilgili artan kaygılar Fransız halkında belki bir karşılık buluyordu ama, daha da önemlisi, Ankara - Paris hattındaki gerginliklerin de "kullanışlı" olmasının katkısıyla, artık Müslüman karşıtlığı Fransa'da resmi siyasetin merkezine daha büyük bir hızla kayıyordu.
Fransa, Türkiye ile arasındaki gerginliği zaman zaman İslamofobik pratiklerine kalkan yapmayı ve kamuoyu tepkisini yumuşatmayı bilmiş, bu durum da ilişkilerdeki gerginliğin daha sert bir öz kazanmasına sebep olmuştur. Nitekim Barış Pınarı Harekatı'nı kınayan karar tasarısının kabul edildiği günlerde Fransa Senatosu, başörtüsü takan annelerin okul gezilerine eşlik etmelerinin engellenmesini amaçlayan bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı da bu kanun tasarısını şiddetle kınamış ve ilişkilerdeki gerginlik Fransa hükümetinin bu tip uygulamaları üzerinden de canlı tutulmuştur.
Derken, 16 Ekim 2020 günü Paris'in banliyölerinden birinde Samuel Paty adlı bir öğretmen Çeçen asıllı bir cihatçı sempatizan tarafından kafası kesilerek öldürüldü. Söylenenlere bakılırsa, Paty'nin suçu (!), sınıfında ifade özgürlüğünden bahsederken öğrencilerine Hz. Muhammed'in karikatürlerini göstermiş olmasıydı. Merhum öğretmen için 21 Ekim günü düzenlenen cenaze törenine katılan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bunun "İslamcı bir terör saldırısı" olduğunun altını çizerek, "İslamcılar geleceğimizi elimizden almaya çalışıyorlar. Ama bunu beceremeyecekler... Harekete geçeceğiz" şeklinde ifadeler kullanmıştı.
Gerek bu ifadeler gerekse de Paty'nin öldürülmesinin ardından Fransa'daki bazı kentlerde kamu binalarına Hz. Muhammed'in karikatürünün yansıtılması bu kez Ankara'nın sert tepkisine yol açıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var" sözleri tansiyonu iyice yükseltti. Fransa Türkiye Büyükelçisi'ni istişare için geri çekerken Elysee Sarayı'ndan da "bu sözler, acımasız, agresif ve Fransız değerlerine bir saldırı," şeklinde bir açıklama geldi.
Lafı epeyce uzattık, velhasıl ilişkilerdeki bozulma Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki sondaj çalışmalarının ardından başlayan Doğu Akdeniz Krizi ile devam etti, Karabağ Savaşı'nda da hız kesmedi. Bu krizlerden ilkinde, 10 Haziran'da NATO'nun Deniz Gardiyanı misyonu çerçevesinde Akdeniz'de görev yapan Fransız "Courbet" savaş gemisi, Libya'ya silah taşıdığından şüphelenilen Tanzanya bandıralı kargo gemisi "Çirkin"i kontrol etmek istemiş, ancak bu yöndeki girişim gemiye eşlik eden Türk fırkateynleri tarafından engellenmişti. Konuyu NATO'ya taşıyan Fransa, olayla ilgili NATO'daki incelemenin sonuçlarını yetersiz bularak ittifakın Akdeniz'deki Deniz Gardiyanı operasyonundan çekildiğini açıkladı. Fransa bir yandan da Türkiye'ye yeni AB yaptırımları getirmek için çalışmalar yürüteceğini açıklıyordu.
Derken, Fransa Senatosu'nun, 25 Kasım'da "Karabağ yönetiminin" tanınması için hazırladığı yasa tasarısına tanık olduk. Ankara bir kez daha Fransız siyasetine tepkisini dile getirdi.
Ticaretleri hız kesmiyor
Ancak Ankara tüm bunlar olurken Paris ile ticari ilişkisini sürdürmekten geri kalmadı. Hatta THY filosunu genişletme hedefleri kapsamında, 2018 yılında Fransa'dan 25 Airbus uçağı almak için sözleşme bile imzaladı. Rakamlara bakılırsa, Fransa, Türkiye'nin dış ticaretinde önemli bir paya sahipti. İki ülke arasında 2019'daki ticaret hacmi 14,7 milyar dolar olmuştu.
Son 10 yılda Türkiye ile Fransa'nın toplam dış ticaret hacmi yüzde 47 oranında artmıştı. 2019'da Fransa, Türkiye'nin ithalatında 6. sırada, ihracatında ise 7. sırada yer almıştı. TÜİK verilerine göre, 2019'da Fransa'dan ithalat 6,8 milyar dolar olurken, bu ülkeye ihracat 7,9 milyar dolara ulaşmıştı. Böylece Türkiye, Fransa'ya karşı 1,1 milyar dolarlık dış ticaret fazlası veriyordu.
Ayrıca Fransızların Türkiye'de 2019 sonu itibarıyla 5,4 milyar dolarlık doğrudan yatırımı bulunuyordu.
Velhasıl Türkiye ile Fransa ABD'nin küresel hegemonyasının gerilediği bir dönemde bölgede egemenlerine yeni alanlar açma çabası içinde olan ve bunu biraz sert bir rekabet içinde yapan iki rakip ülke. Dost değil, düşman da değil, ama rakip! Ve aralarındaki bu şedid rekabet bölgedeki fay kırıklarının tetiklediği tektonik hareketler durulmadıkça, yerini yumuşak bir rekabete ve oturmuş bir dostluğa bırakacak gibi görünmüyor.