Akdoğan Özkan

26 Eylül 2016

El Bâb neyin kapısı? Ve neden önemli?

Rusların yeşil ışık yakmadığı bir coğrafyaya Ankara’nın göz dikmesi hiç mümkün değil. Bakmayın kopartılan onca gürültüye!

Türk basınında Suriye Savaşı’ndaki gelişmeleri değerlendiren (ama bön bir tarafgirlik de içermeyen) dikkate değer analiz yazılarında genellikle askeri çerçevenin dışına pek az çıkılabiliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin desteğindeki ÖSO güçlerinin yürüttüğü ve ilk aşaması (Cerablus) 24 Ağustos’ta başlayan, ikinci aşaması (Çobanbey) 4 Eylül’de tamamlanan Fırat Kalkanı operasyonuna ve üçüncü aşama olarak telaffuz edilen olası bir El Bâb harekâtına da aynı şekilde bu sınırlı çerçevede bakılıyor.

Tarafların politik ve iktisadi hedeflerine ve kentin bu hedefler çerçevesindeki anlamına fazlaca değinilmiyor. Oysa bu yapılmadan, ne olası bir El Bâb ve Rakka operasyonunun ne de Suriye Savaşı’nın genel dinamikleri çok iyi anlaşılabilir, diye düşünüyorum.

Dolayısıyla, niyetim bu yazıda bunu yapmaya çalışmak ve Arapçada “kapı” manasına gelen “el-Bâb aslında neyin kapısı” ve “çeşitli güçlerce niçin hedefte,” bunların anlaşılabilmesini sağlamak.

Ama önce Türk basınındaki (dikkate değer ama eksik kalmış) yazıların El Bab’a yönelik genel bakışını daha derli toplu şekilde ve bileşenler parantezine alarak toparlamaya çalışayım:

IŞİD İÇİN EL BAB: Önemli, çünkü 2014 yılı Ocak ayından bu yana IŞİD’in denetiminde (Daeş) olan bu nahiye, örgütün 73 gün direndiği Menbiç’e benzemiyor. Komşu Menbiç’ten çok daha homojen bir Sünni Arap etnik yapıya sahip olan El Bab, IŞİD’in Suriye’deki en önemli kalelerinden biri. Zira hem örgütün Halep muhafazasında denetim altında tuttuğu bölgeler ile, hem de doğudaki Rakka ve Deyr’üz Zor vilayetleriyle bağlantıyı sağlıyor. Ayrıca El Bab yakınlarında 3 önemli IŞİD askeri eğitim kampı bulunuyor. IŞİD’in kıyametten önce Haçlı ordularına karşı son kutsal savaşın verileceği yer olarak gördüğü ve kutsal bir önem atfettiği Dabık ta tüm lojistik desteğini 35 km güneydoğusundaki El Bab’dan alıyor.

KÜRTLER İÇİN EL BAB: Önemli, çünkü Fırat’ın doğusunu tartışılmaz bir şekilde Kürt bölgesi yapan YPG/YPJ bununla da yetinmeyip Kobani’den bir diğer Kürt kantonu olan Afrin’e bir köprü kurmak istiyor. YPG ya da YPG’nin asli bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) El Bab’ı da alırsa, Afrin yolundaki en önemli kapı düşmüş olacak.

ÖSO İÇİN EL BAB: Önemli çünkü 4 Eylül’den bu yana IŞİD’ten temizlenmiş olan Türkiye sınırının güneyinde rahatça tutunabilmek için bu gücü El Bab’dan da atmak (ya da şehri boşaltmaya ikna etmek) zorunda. Zira El Bab'da güçlü bir IŞİD varlığı söz konusu iken ÖSO’nun denetimi altındaki diğer bölgeler çok uzun güvenli kalamaz. Benzer şekilde doğu ve batıdaki Kürt kantonlarının birleşmesine engel olmak ta istediği için, El Bab’ın Kürtlerin ya da Kürtlerin başat gücü oluşturduğu SDF’nin eline geçmesine engel olmak zorunda.

SURİYE İÇİN EL BAB: Önemli, çünkü IŞİD'in şehirden temizlenmesi durumunda Suriye ordusu Rus uçaklarının desteğinde kuzeydoğuya ilerleyebilecek ve bu şekilde güneydeki Tabka'yı baskı altına alabilecek. El Bab, Kürtlerin Suriye’nin kuzeyinde geniş ve yekpare bir Kürt nüfuzu oluşturmasına da engel olunabilecek bir kent.

Savaşan güçler çerçevesindeki bu şekilde bir analiz yeterli mi? Elbette ki değil! Suriye Savaşı’ndaki asil ve vekil güçler için şu noktada stratejik bir kavşakta duruyormuş gibi gözüken El Bab’ın her şeyden önce tarafların politik ve iktisadi hedefleri çerçevesinde bir anlamı var! Haydi gelin, şimdi de onu anlayıp eksik kısmı telaffuz etmeye çalışalım. Önce özetler:

HERKES İÇİN EL BAB: Önemli, çünkü Halep muhafazasına ait bu kasaba Katar doğalgazının (yarın öbür gün) kesintisiz bir şekilde “Sünni bir hat” takip edebileceği topraklardan Avrupa Birliği’ne ulaştırılmak üzere kat edeceği son Sünni ülkenin (yani Türkiye’nin) topraklarına girmeden önceki ve Deyr’üz Zor-Rakka –Elbeyli güzergahı üzerindeki son “kapı.”

Şimdi bununla ne demek istediğimi, biraz da geçmişte yolculuk yaparak açayım:

Her şeyden önce şu: Suriye Savaşı, ülkesinde demokratik reformlar yapmak istemeyen bir diktatöre karşı Suriye muhalefetinin hür dünya ile el ele vererek yürüttüğü bir “hayır ile şer mücadelesi” değil! Zira bu kirli savaşta da “şer güçleri” kimsenin umurunda değil! Ortadoğu’daki pek çok savaş gibi, bu savaşın da sponsoru dev petrol/doğalgaz şirketleri ile askeri-sınai kompleksler.

Savaş, Suriye hükümeti bu gerçekleri (!) dikkate almayan bir “günah” işlediği” için fabrike edildi. Olayın geçmişi belki daha da eskiye dayanıyor, ama savaşa bizi en çok yaklaştıran gelişmelerin belki de en başında, Şam yönetiminin Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) güçlü ilkelerinin yaptığı bir teklifi 2009 yılında reddetmesi geliyor. Suriye hükümeti, Basra Körfezi’nde bulunan ve İran ile Katar arasında paylaşılan off-shore doğal gaz sahasından başlayacak olan ve Katar - Suudi Arabistan – Ürdün – Suriye - Türkiye güzergahı üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı projesinde yer alma teklifini o tarihte reddetti.

Bu proje ABD ve Avrupa için de çok önemliydi. Zira AB’nin Avrupa’nın en büyük doğal gaz tedarikçisi olan Rusya’ya bağımlılığının sürmesi, Ukrayna’da dengeleri kendi lehine çeviren Moskova yönetiminin gücünün de kırılamaması demekti. Washington yönetimi Avrupa’nın zamanla belki eksenini kaydırabilecek böyle bir gelişmeye razı değildi. Buna engel olunabilirse bir taşta iki kuş vurulacaktı. Zira Avrupa ve ABD’nin bu enerji oyunundaki bir hedefi de, söz konusu doğal gaz sahası içinde çok büyük rezervleri olan ve bir türlü Batı’nın ve Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) arzuladığı doğrultuda adımlar atmayan İran’ın bölgedeki nüfuzunu zayıflatmaktı.

Ancak ABD ve KİK için olumsuz gelişmeler Şam’ın boruhattı teklifini reddedişiyle sınırlı kalmadı. Bir süre sonra daha kötü bir gelişme yaşandı. Daha doğrusu, Suriye bu ülkelerin hoşuna gitmeyen başka bir gelişmenin içinde yer aldı. 2010 yılında kulislerde Suriye’nin müttefiki olan Tahran yönetiminin karşı teklifini kabul edeceği haberleri yayılmaya başladı. Yürütülen görüşmeler bakılırsa, Basra Körfezi’ndeki Güney Pars havzasından başlayarak, İran, Irak, Suriye –ve bir Lübnan kolu- üzerinden Akdeniz’e, oradan da Avrupa’ya ulaşacak olan 5,600 km’lik doğalgaz boru hattı ve sevkiyat projesi üzerinde mutabakata varılmak üzereydi. Bu, Şii aksın Basra Körfezi’nden çıkıp Akdeniz’e uzanması demekti. Böyle bir boruhattı, iklim değişikliğinin sebep olduğu kuraklıktan kaynaklanan sorunlarını geride bırakmaya çok ihtiyacı olan Suriye için bir nefes borusu, hatta belki de bölgesel liderliğe doğru gidecek önemli bir kapının aralanması anlamına geliyordu.

Şam’ın bu tutumu, Körfez’den Avrupa’ya Sünni bir enerji aksı açma çabasındaki Katar ve Suudi Arabistan için olduğu kadar, Türkiye için de “kötü haber” anlamına geliyordu. 2010 yılında başka bir şey daha oldu ve TPAO ile İran’ın Güney Pars sahasında doğalgaz çıkarmak için yürüttüğü müzakereler mutabakat sağlanamadan sona erdi.

İran, Irak ve Suriye böyle bir anlaşmayı imzalarsa, uluslararası arenada dengeler bir anda Tahran yönetimi lehine değişecekti. Batı’nın yıllardır ambargolarla engellemeye çalıştığı İran bu sayede bölgedeki gücüne güç katacak ve kendisini İsrail’i dahi tehdit edebilecek bir nükleer güç haline getirecek devasa bir kaynak bulmuş olacaktı. Zira İran’ın güneyinde bulunan doğalgaz sahası, İran ile Katar arasında paylaşılan “off-shore” bir alandı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) rakamlarına göre, burada İran için 14 trilyon m³’lük bir kapasite vardı ve bu da İran’ın doğal gaz rezervlerinin yaklaşık olarak yüzde 40’ı anlamına geliyordu. Bu doğalgazın İran’ın öngördüğü hat üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması, ABD’nin Körfez Savaşı ile önünü açtığı Şii yönelimli merkezi Irak yönetiminin biraz daha İran yörüngesine girmesi de demekti. Suriye ise temelleri Rusya ile Çin tarafından bir Avrasya projesi olarak atılmakta olan Boruhattistan’ın -süper ligindeki olmasa da- ikinci ligindeki en önemli oyuncularından biri olarak sivrilecekti.

Şam yönetimi bu gelişmelerin paralelinde, kendisini ekonomik geri kalmışlıktan kurtararak bölgesel bir lider konumuna taşıyacak “Dört Deniz Stratejisi” adını taşıyan uzun vadeli bir stratejik hedef geliştirmişti. Buna göre, Şam yönetimi Akdeniz, Hazar Denizi, Karadeniz ve Basra Körfezi’ni bir enerji şebekesi şeklinde birbirine bağlayacaktı.

Ama dünyanın bu bölgesinde ABD ve KİK’i, NATO ile birlikte karşınıza alıyorsanız başınıza gelecek var, demektir. Nitekim, Suriye yönetimi “Dört Deniz Stratejisi”ni ortaya koyduktan birkaç ay sonra, yani 2011 yılında ülke bir anda karıştı.

Bu arada, korkulan oldu ve İran 2011 yılı temmuz ayında Suriye ve Irak ile doğal gaz boru hattı ve sevkiyat anlaşmasını imzaladığını duyurdu. Söz konusu hat, Avrupa’ya (Azerbaycan ve Türkiye üzerinden geçmesi planlanan) Nabucco hattı ile ilan edilenden yüzde 30 daha fazla gaz taşıyacaktı.

ABD aslında İran’daki rejimi devirebilse, sorunu kaynağında kurutmuş olacaktı. Tabii Tahran’da bir rejim değişikliğinin yolu önce bu ülkenin bölgedeki müttefiki olan Suriye’yi istikrarsızlaştırıp parçalamaktan geçiyordu. Zira Suriye düşerse Lübnan da düşecekti. Bu da, İran’ı kendi coğrafyasına hapsetmek ve izole etmek anlamına gelecekti. Washington’un “Global War on Terror” dediği de zaten bu değil miydi?

Nitekim bir süre sonra Suriye’de çok sayıda devletin ateşine odun taşıdığı bir iç savaş kızışıverdi. Silahlandırılmış ve ülke dışından militanlarla güçlendirilmiş cihatçı örgütler kimi yerleşim bölgelerini tutmaya başladılar.

Tabii bir süre sonra sahadaki fotoğraf ta netlik kazandı. Askeri hareketlilikler bize gösteriyordu ki, Suriye yönetimine muhalif gösterilen grupların sanki, Akdeniz’e İran-Irak-Suriye üzerinden Şii eksenli bir boru hattı çekilmesinin önüne geçecek de factobir harita yaratmak gibi bir hedefi vardı. Katar’dan başlayıp Suudi Arabistan üzerinden Ürdün’e çıkacak olan boruhattı, Şii kalkanındaki bir Suriye’den geçemiyorsa, bu ülkeden kopartılabilecek bir Sünni bölgesi üzerinden Türkiye’ye uzanabilir ve buradan Avrupa’ya doğalgaz sağlayabilirdi. Bu hedefe ulaşmak, Körfez monarşileri ile bölgedeki dostları için kağıt üzerinde çok zor görünmüyordu. Neticede, Alevi bir devlet başkanın önderliğindeki Suriye’de nüfusun yüzde 73’ü Sünni idi. Suriye’nin onay verdiği boruhattı projesinden zarar görecek Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi Sünni ülkeler el ele verirse, Irak’taki Sünnilerin de desteğiyle Suriye’de iktidarı “Müslüman Kardeşler” türevi bir yapı kolayca ele geçirebilir, olmadı ülke parçalanarak bölgede bu çıkarları garanti altına alacak yeni bir Sünni devlet yaratılabilirdi. Böylece, İran’ın başı çektiği anti-Selefi aks da kırılırdı.

Ancak Amerikan kamuoyunun Körfez Savaşı sonrası bölgeye bakışı nedeniyle sahaya karagücü indiremeyen ve Sünni aksın da çantada keklik olmadığını bilen ABD, bir yandan Kürt kartını kullanarak Kürtlerin nüfuz alanını Akdeniz’e doğru uzatma yönünde çaba gösteriyor, bir yandan da ambargo altında ezilen İran’ı “satın alma” gayreti içinde görülüyordu.

Nihayet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere ile Almanya'dan oluşan “P5+1” ülkeleri, İran’ı en azından Rusya’ya karşı yeni bir denge unsuru olarak kullanmak üzere harekete geçti ve 2015 Temmuz’unda bu ülkeye ambargoyu kaldırmayı da hedefleyen bir anlaşmayı Tahran yönetimi ile imzaladı. İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören anlaşma sayesinde ABD, Tahran’ın nükleer silah elde etmeye giden yollarını 15 yıllığına kapatmış oluyordu. Ayrıca anlaşma yaptırımlar öncesinde Avrupa pazarlarındaki payı yüzde 42 olan İran’ı –tabii eğer uslu durursa- enerji bahsinde Rusya ile rekabet edebilecek ülke haline getirmeyi de öngörüyordu.

ABD’nin Suriye Savaşı’ndaki diğer kazanımlarına gelince... PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in de doğruladığı üzere, ABD’nin 2016 Temmuz itibarıyla biri Haseke’ye bağlı Rimelan’da olmak üzere Rojava’da 3 askeri üssü olmuştu.

Aslında geçtiğimiz yılın mayıs ayında kamuoyunun bilgisine sunulan 2012 tarihli bir ABD Savunma İstihbarat Teşkilatı (DIA) belgesinin 291. sayfası ABD için bölgedeki önemli noktaları çok önceden tespit ediyordu:

“Batı, Körfez Ülkeleri ve Suriye muhalefetini destekleyen Türkiye… Doğu Suriye’de (Haseke ve Deyr’üz Zor’da) ilan edilmiş ya da edilmemiş Selefi emirliği kurma ihtimali vardır, ve bu tam da Şii yayılmacılığının stratejik uzantısı olarak görülen Suriye rejimini tecrit etmek için ülkedeki muhalefeti destekleyen güçlerin isteğidir.” (Türkçeye ben çevirdim –AÖ)

Yani bu belge, IŞİD’in ve El Kaide’nin bu bölgelerde serpilip boyvereceğini dört yıl önce öngören bir belgeydi. ABD, stratejisini bunun üzerine kurmuş ve Suriye hükümetinin ülkenin batısında tutunmaya çalışacağını görerek, asıl fırsatın devlet otoritesinden kolayca çıkacak olan Suriye’nin doğusunda, Haseke ve Deyr’üz Zor’da olduğunu görmüştü.

Buralarda önce IŞİD’in bölgeyi ele geçirmesine izin verildi. Daha sonra Kürtler desteklenerek IŞİD’e vuruldu. 1 Ağustos 2015’teYPG, Haseke’nin son bölgelerini de IŞİD’ten temizliyordu. Türkiye’nin Ceylanpınar sınır kapısına sadece 80 km mesafede olan Haseke’nin düşmesi ile de Kobani ile Cezire kantonları arasındaki bağ güçlenmiş oluyordu.

Ancak ABD’nin yerel Kürt güçleri ile ittifak yaptığı Haseke bölgesi Sünni kuşağın erişimi dışında ve ABD’ye tâbi hale geliyordu.Bu şartlar altında, ancak büyük ölçüde IŞİD’in elinde olan Deyr’üz Zor – Rakka – El Bab hattı kuzeye çıkmak için bir umut olabilirdi.

Gelgelelim, ne IŞİD’in ne de ABD’nin gayretleri Deyr’üz Zor’a yeterli gelmemişti. Zira sahada işlerin hem Ortadoğu’daki müttefiki hem de kendisi için kötüye gittiğini gören Rusya, 2015 Eylül’ünde Şam yönetiminin davetiyle Suriye Savaşı’na dahil oldu. Ve Suriye Ordusu Deyr’üz Zor’daki havalimanı ile ve askeri üssü Rusların da desteğiyle IŞİD’den temizleyen güç oldu. Oysa orası da IŞİD’in elinde kalabilir ve burayı da ABD’nin vekil güçleri uygun görecekleri bir tarihte temizleyebilirdi! Olmadı!

Ancak, Halep’te de işlerin kötüye gittiğini gören Amerikan kuvvetleri, geçtiğimiz haftalarda gitti, Deyr’üz Zor’da bölgeyi IŞİD’den tamamen temizlemek için uğraşan Suriye ordu birliklerinin hava üssünü “yanlışlıkla” saatlerce bombaladı. Ve İŞİD’e o bölgede toparlanması için yeniden fırsat yarattı.

El Bab’tan güneye Rakka’ya ve oradan da Deyr’üz Zor’a uzanan hat hâlâ bir umut olabilirdi. Bugün askeri bakımdan geldiğimiz şu noktaya, yukarıda altını çizdiğim politik ve iktisadi sebepleri de fotoğrafa dahil eden bir perspektiften bakarsak, El-Bab’ın ne anlama geldiğini ve neyin kapısı olduğunu daha iyi anlarız. Ve yukarıda verdiğimiz özeti tekrarla, şunu söyleyebiliriz:

El Bab önemli, zira, Basra Körfezi’ndeki Katar doğalgazının (yarın öbürgün) kesintisiz bir şekilde “Sünni bir hilal” takip ederek, Katar – Suudi Arabistan – Ürdün – Suriye’de savaşla şekillenecek bir Sünni bölgesi ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması hedefi için El Bab cılız da olsa son umut!

Ama tabii şu an için El Bab bu cılız umudun son kapısı olmaktan ziyade, bir “kilit” haline gelmiş durumda.

Kimin tarafından açılacağı bilinmeyen ama muhtemelen ABD ile Rusya arasındaki görüşmelerin seyrine göre karar verilecek bir kilit. Türkiye gibi görece küçük bir aktörün açmasına izin verilmeyecek denli de önemli.

Dolayısıyla böyle bir kapının önündeki tek engelin Kürtler olduğunu düşünmeyelim. Rusların yeşil ışık yakmadığı bir coğrafyaya Ankara’nın göz dikmesi hiç mümkün değil. Bakmayın kopartılan onca gürültüye!

Velhasıl, Rusya ile ilişkilerinde bir U-dönüşü gerçekleştirerek kendisine Suriye denkleminde yer açacak kadar yakınlaşan Ankara için El Bab sadece askeri değil, politik ve iktisadi nedenlerle de şu aşamada çok mümkün görünmüyor. Bu durum Ankara’nın ABD’ye olası bir Rakka operasyonu için göz kırpmasına yol açtı belki ama Washington orada da “at değiştirmeye” niyeti olmadığını net olarak ortaya koyunca, Ankara’ya düşen “YPG varsa biz yokuz” demekle sınırlı kalabildi.

Bu durumda belli ki, Fırat’ın doğusundaki kantonları dağıtmak için Tel Abyad’a saldırma seçeneği akla geldi. Ancak Amerikan kuvvetleri o bölgelere ABD bayrağı asarak bunu da engelledi.

O halde El Bab umudu yok olduysa, Ankara’nın Suriye sahasında oynayacağı rol tamamlandı mı? Yani her şey, Fırat’ın doğusundaki Cerablus’tan nehrin batısındaki Azez’e uzanan 98 kilometre uzunluğunda ve 15 -20 kilometre derinliğindeki bir sınır hattının temizlenmesinden ibaret miydi?

Kuşkusuz tam da öyle değil. Bu de facto “güvenli bölge”nin fazla genişlemeden de oynayabileceği başka roller olabilir. Ama zaten yeterince uzattık, bu konuyu ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Ankara’nın taraf olduğu petrol boru hattı anlaşmasının da bu çerçeve içindeki yerini değerlendirmeyi başka bir yazıya bırakalım.


Twitter: @akdoganozkan