Dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti getirmek amacıyla Rusya, Çin, İran, Suriye ve Irak ile 2000’li yılların başlarında iyi ilişkiler geliştiren Türkiye, kendisine yeni dünya düzeninde yeni ufuklar açma yolundaki bu ilişkilerini geçen 5 yıl zarfında tarumar etmiş durumda. (Galiba, iyileştirmeyi becerdiği tek ilişki de beş yıl önce “artık asla dost olmayız” dediği İsrail ile.)
2010 yılı ortalarında NATO’da ve Batı başkentlerinde “acaba Türkiye’nin ekseni mi kayıyor” diye endişe edenler belki bugünkü duruma bakıp “Türkiye’nin ekseni yeniden yerine oturdu” diyebilirler. Ancak 2015’in özgün koşulları düşünüldüğünde bu olup biteni şöyle yorumlamak daha uygun görünüyor: Türkiye’nin ekseni şapa oturdu!
Malum, Kızıldeniz’de kıyıya yakın sığ sularda gelişerek büyüyen ve halk arasında şap denen mercan kayalıkları gelgit hareketlerinden dolayı eskiden gemiler için tehlikeli bir durum arz ederdi. Bu yüzden “şapa oturmak” eskiden Hicaz’a deniz yoluyla giden hacı adaylarının hülyalarını boşa çıkartan en kötü felaketlerden biriydi. Suriye İç Savaşı’nın başlarında hülyalarını “Şam Emevi Camisi’nde namaz kılmak” ve “Hicaz Demiryolu istasyonunda dua etmek” şeklinde telaffuz eden Ankara yönetimi, namzeti olduğu bu “hac” yolunda şapa oturmuş bulunuyor.
Oysa sonuç bu olmayabilirdi. Türkiye barış döneminde geliştirdiği yeni ilişkilerini geçen beş yıllık zaman zarfında ve savaşa rağmen korumayı becerebilseydi, bir çok aktörün uğruna savaştığı Avrasya’da istikbal vaat eden, parlak ve güvenilir bir ortak olarak belirebilirdi. Ancak Türkiye, gelişerek engin bir otoyollar, demiryolu bağlantıları, dev limanlar ve havalimanları ağı haline gelecek bu coğrafyanın ağırlıklı ve saygın bir üyesi olma ihtimalini bir dizi yanlış tercih yaparak yitirdi.
O yüzden belki de Türkiye’nin düştüğü bu duruma büyük şairimiz Ece Ayhan’a nazireyle “Eksen Paşa Şapa Oturdu” diyebiliriz.
Sanırım bir zamanlar Ankara’yı “eksen kayması” ile suçlayanlar, koşa koşa oturulan bu masadan bu kadar kısa sürede, bu kadar büyük zararla kalkılabileceğini tahmin edemezlerdi. NATO komutanlarının Türkiye’nin bu eksen sarkacındaki kısa serüveninin sonuçlarına şaşırmakla kalmayıp bıyık altından güldüklerinden de eminim.
Ama belli ki, Türkiye’nin ham hülyaları “savaş-geçirmez” değilmiş! Kendisini dev aynasında görmek gibi temel zafiyetine yanlış tercihlerini de ekleyen Ankara, Suriye Savaşı öncesinde geliştirdiği ilişki ve dostlukların büyük kısmını maalesef düşmanlığa çevirmiş görünüyor. Türkiye bu şekilde yapmakla sadece itibar ve güvenli bir gelecek değil, ticari menfaat yani para da kaybetmiş oldu.
Keşke başına gelen musibetler bununla sınırlı kalsaydı. 2015 sonu itibarıyla Türkiye –düşmanlığa tahvil ettiği ilişkilerinin ne ölçüde katkıda bulunabileceğini az çok tahmin ettiğimiz- yakın bir iç savaş tehdidi altında.
Böylesi bir “Eksen Paşa Şapa Oturdu” vakası, uluslararası ilişkilerde ender görülen bir “başarısızlık öyküsü” olarak akademik açıdan da titizlikle çalışılmayı hak ediyor. İşin bu kısmını akademisyenlere bırakarak, şimdi Türkiye’nin ilişkilerinin bu eksen serüveninde özellikle son beş yıl içinde nereden nereye geldiğine bir gözlemci olarak bakalım:
Eksenimizin 70 yıllık hikayesi
Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasındaki küresel gelişmelere paralel olarak ABD’nin müttefiki olarak saf tutmuş, NATO üyesi olmuştu. O yıllardan başlayarak iç politikası ile dış politikasının yönünü Batı ile uyumlu hale getiren Ankara, 2005 yılından itibaren de Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik müzakerelerine yoğunlaşmıştı. Bu tarihi arka-plana karşın Türkiye’nin dış politikası 2010 yılında bazı Batı başkentlerine göre, “eksen kayması” olarak adlandırılan ve şüphe uyandıran açılımlar sergiliyordu.
Batılı müttefiklerini kaygılandıran bu gelişmelerin ardında, Ankara’nın temelde beş ülke ile ilişkilerinin geçmişten radikal ölçüde farklı bir rotaya girmiş olması yatıyordu. Türkiye’nin dinamik ve pozitif ilişkiler geliştirdiği bu ülkeler Rusya, Çin, İran, Suriye ve Irak idi.
Aslında Türkiye, -Soğuk Savaş’ın bitimi sonrasında- bir miktar gecikmeyle de olsa, yeni dünya düzeninde kendisine yeni alanlar açma çabasındaydı. Bu, Soğuk Savaş döneminin rijid ve tek yönlü Türk dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti kazandırma arayışıydı. Olan buydu!
Ankara yönetimi bu kapsamda eski hükmü kalmamış duvarları indiriyor, bagajındaki “eski” yükleri atıp hafifliyordu. Ankara, bütün bu yeni alanlar açma çabaları içinde Arap dünyasına da yeniden nüfuz etme gayreti içindeydi. Bu seyri kolaylaştırmak için de İsrail ile (Davos 2009, Mavi Marmara 2010) bir takım krizler icat ediyor ya da mevcut kriz ve ihtilaflardan yararlanmayı seçiyordu.
Türkiye bu açılımları yaparken arkasını da sağlama almayı ihmal etmemişti: 2009’da Oslo’da başlayan görüşmelerle “Çözüm Süreci”ne start veriyor ve Kürtleriyle barışa yelken açan bir görüntü veriyordu.
2010 yılı ortalarına geldiğimizde Türk dış politikasındaki manzara-i umumiye böyle idi.
Geldik 2015’in sonuna. Aradan beş yılı aşkın bir zaman geçti. Türkiye’nin o tarihlerdeki hedefleri ile yapıp ettiklerine ve bugün vardığı noktaya bakınca, sanırım olan biteni şöyle bir cümle ile özetlemek mümkün:
Barış döneminde dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti getirme doğrultusunda önemli adımlar atan Türkiye’nin bu istikametteki kazanımları kendisinin aslında doğrudan bir tarafı olmadığı bir savaş süresince yaptığı akıl almaz seçimler ve hatalar sonucu kül oldu gitti!
Oysa dostluğunu yitirdiği güçler bu zaman zarfında ayrı birer “başarı öyküsü” yazdılar.
- Ukrayna Krizi’nden bohçasında Batı’nın yaptırımlarıyla çıkan Rusya, geçen süre zarfında Ortadoğu’nun mazlum ve dinamik halklarının gözünde daha etkin ve daha saygın bir konum elde etti.
- İran bir savaşın ortasında ezeli düşmanı ABD ile 1979’dan beri süren yaptırımların tümden kalkmasına kadar gidecek bir avantaj yakaladı ve çok önemli bir anlaşma imzaladı.
- Suriye yönetimi savaşın başında zirve yapan düşmanlarına “hanyayı konyayı” göstererek Batı’nın asıl ihtiyacı olanın “güçlü ve laik bir Suriye” olduğunu kanıtladı.
- Enerjide dışa bağımlılığı neredeyse yüzde 50 olmasına ve sürekli Suriye Savaşı’nın içine çekilmeye çalışılmasına rağmen Çin, askeri bir varlık göstermekten kaçındığı savaştan enerji güvenliği tehlikeye düşmüş şekilde değil, artmış şekilde çıkıyor.
- Merkezi Irak yönetimi ise savaştan Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Barzani karşısında güçlenerek çıkıyor.
Şimdi Türkiye’nin bu ülkelerle ilişiklerinin son yıllarda nasıl değiştiğine bakarak neleri yitirdiğimizi görmeye çalışalım:
Rusya
Soğuk Savaş’ın buzdolabında kalmış Türkiye-Rusya ilişkileri, 2000’li yıllarda rekabetten çok yönlü işbirliğine evrilmişti. Türkiye-Rusya arasında 2002 yılında sadece 5 milyar dolar olan ticaret hacmi 2005’te 15 milyar dolara, 2010’da 26 milyar dolara, 2014 yılında ise 31,3 milyar dolara ulaşmıştı. Hedef bu rakamı 2023’e kadar 100 milyar dolara ulaştırmaktı.
Rusya, Almanya’nın ardından ikinci büyük ticaret ortağımız olmuştu. Türk müteahhitlerin Türkmenistan’dan sonra en çok iş aldığı ülkeydi artık Rusya. Türk firmaları Rusya’da hem kamu altyapı ihalelerine giriyor, hem de özel projeler yürütüyordu. Firmalarımızın Rusya’da hastanelerden, otoyollara kadar uzanan ve toplam değeri 61,7 milyar doları aşan geniş bir proje portföyü vardı.
Türkiye’yi ziyaret eden Rus turist sayısı ise 1990’larda kayda değer bir yekun oluşturmazken 2010 yılında 3,1 milyona, 2013’te ise 4,5 milyona ulaşmıştı.
Abdullah Gül, 2009 yılının Şubat ayında Rusya’nın başkenti Moskova’yı ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiş, bu görüşmenin akabinde karşılıklı ziyaretler ve işbirliği temaslarında hızlı bir trafik yaşanmıştı. Öyle ki, 26 Nisan 2013’te Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da imzalanan anlaşmayla Türkiye Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİO) “diyalog ortağı” olarak kabul edilmişti. 21-22 Kasım 2013'te St. Petersburg’da Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin uzamasına gönderme yapması üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “50 yıllık bir tecrübe. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) gelin Türkiye’yi alın. Bizi de bu [AB] sıkıntı[sın]dan kurtarın” şeklinde karşılık vermişti.
Rusya ile Türkiye arasında dostlukla ivme kazanan ilişkiler öyle bir boyuta gelmişti ki, Erivan medyasında “Rusya’nın, Ermenistan’ı sattığı”na yönelik haber ve yorumlar dahi yer alır olmuştu.
Rusya'yı Türkiye için ekonomik anlamda vazgeçilmez kılan alanlardan birisi de doğalgazdı. Doğalgaz ithalatının yüzde 59'unu bu ülkeden yapan Türkiye, bu gazın önemli bir bölümünü -ısınmanın yanı sıra- elektrik üretiminde de kullanıyordu. Yani Rus doğalgazı Türk imalat sektörü için giderek daha büyük anlam ifade ediyordu.
Bu arada Türkiye, NATO üyesi olduğu halde Rusya ile askeri-teknik işbirliği yapan ilk ülke olmuştu. İki ülke Karadeniz’in güvenliği için ortak çalışmalar yapıyor, ortak tatbikatlar gerçekleştiriyordu. Türkiye; Rusya’dan silah, helikopter, tanksavar füzeler alıyor, iki ülke birbirine karşılıklı askeri personel gönderiyordu.
Türkiye 2011 yılında filizlenen Suriye krizine Rusya’dan farklı bir şekilde bakıyordu. Bu bakış açısı farklılığına rağmen, o günkü noktasına getirmek için epey emek harcadığı Moskova ile ilişkilerinin fazla zarar görmesine izin vermemesi mümkündü. Ancak Suriye İç Savaşı’na giderek daha fazla müdahil bir görüntü çizen Ankara, Viyana’da “evet” dediği barışçıl geçiş takviminin işlemesine neredeyse bir ay kala, 24 Kasım 2015’te, bir Rus uçağını düşürüyordu.
Şubat 2011’de “NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi var Libya’da?” deyip o ülkeyle tarihi ve kültürel bağlarını hatırlatan Ankara, uçak düşürme olayının akabinde NATO’yu Libya’dan daha yakın tarihi ve kültürel bağları olan Suriye’nin kuzeyinde yardımına çağırıyordu.
Ankara adeta perhizi bırakmış, avuç avuç lahana turşusu atıştırır bir hale gelmişti. On yılların emekleri yok yere ve teker teker heba oluyordu.
Çin
2010 yılı Çin ile ilişkiler açısından da dönüm noktası olmuştu. O yıl Ekim ayında Çin Başbakanı Wen Jiabao Türkiye'ye resmi bir ziyarette bulunmuş, iki üke aralarındaki işbirliğini çeşitlendirme kararı almışlardı. Bu ziyareti Şubat 2012'de dönemin Çin Devlet Başkan Yardımcısı ve şimdiki Devlet Başkanı Şi Cinping’in Türkiye temasları izledi. Aynı yılın Nisan ayında, Başbakan Tayyip Erdoğan 27 yıldan sonra Çin’i ziyaret eden ilk Türkiye Başbakanı oldu. İki ülke, stratejik bir işbirliği ilişkisi kurmak üzere turizm, altyapı inşaatı ve ticaret gibi alanlarda çalışmalar yapmayı kararlaştırdılar.
Çin izlediği “Tek Kuşak Tek Yol” stratejisi kapsamında Güneydoğu Asya ve Orta Asya üzerinden Avrupa'ya ulaşacak yeni İpek Yolu’nu inşa etmekle meşguldü. Yeni dünyanın merkezi olma iddiasındaki Çin’in özellikle odaklandığı yüksek hızlı kıtasal demiryolu şebekesi (yeni Demir İpek Yolu) yakın bir tarihte Asya ve Avrupa’daki 40 ülkeyi ve dünya nüfusunun yüzde 75’ini birbirine bağlayacaktı. Ana güzergâhtaki trenler en az 320 km/saat hıza sahip olacak, bu sayede Berlin’den Şangay’a artık 15 günde değil 2 günde gidilecekti. Yeni İpek Yolu Avrupa’ya Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden bağlanacaktı. Bu hattın Moskova-Kazan arasındaki bölümü ise muhtemelen Alman şirketleri tarafından inşa edilecekti. Bugün 14 saat süren yolculuğu 3,5 saate indirecek olan demiryolu hattına Rusya ve Çin’in 15 milyar dolar, Alman şirketler konsorsiyumunun da 2 milyar dolar yatırım yapacağı konuşuluyordu. Batı’nın güçlü ülkesi Almanya’nın bile gözü kendisini Rusya’nın ve Çin’in iç kesimlerindeki ticari pazarlara ulaştıracak bu dev projelerdeydi.
Bu arada Ortadoğu’da yaşanan sıcak gelişmeler Ankara'yı da harekete geçiriyor ve Savunma Bakanlığı 2012 yılında epeydir hazırlandığı uzun menzilli füze ve savunma sistemleri ihalesine çıkma kararı alıyordu. 4 milyar dolar değerindeki uzun menzilli füze sistemleri ihalesinde yarışan dev savunma şirketleri arasında bir Çin firması da vardı.
İhale 26 Eylül 2013 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında gerçekleştirilen Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısında görüşülüp karara bağlandı. Füze sistemleri için ABD 4.5 milyar dolar, Fransa-İtalya ortaklığı 4.4 milyar dolar, Çin ise 3.5 milyar dolarlık teklif vermişti. Çinli CPMIEC kuruluşunun teklifi “ortak üretim” yapabilme imkânı da getiriyordu. Yani Türkiye, Çin'den alacağı teknik destekle birlikte yazılımını kendi geliştireceği Yüksek İrtifa Hava ve Füze Savunma Sistemleri üretebilecekti. Türkiye bu şekilde kendi hava savunmasını güçlendireceği gibi, bu teknolojiyi başka ülkelere de satabilecekti. ABD, Rusya ve Fransa-İtalya ortaklığı Çin'in verdiği bu desteği vermeye yanaşmıyor, Türkiye’yi sadece “tüketici” olarak konumluyorlardı. Komite bu nedenle tercihini Çinli firmadan yana yapmış ve füze sistemlerinin Türkiye’de ortak şekilde üretilmesi amacıyla sözleşme görüşmelerine başlanmasına karar vermişti.
Türkiye’nin NATO ülkeleri dışından askeri teknoloji alma yoluna gitmesi epeydir “eksen kayması” endişesi taşıyan NATO ve ABD cephesinde hoş karşılanmamıştı. Kuzey Atlantik İttifakı Türkiye’yi üstü kapalı şekilde tehdit etmekte gecikmedi. NATO komutanları Çin füze sistemlerinin ittifak hava savunma sistemleri ile müşterek çalışabilmesi için yazılımın ihtiyaç duyacağı bilgilerin hasım durumundaki bir ülkeye (Çin) verilemeyeceğini vurguluyorlardı. Yani İttifak Ankara’nın nihayetinde “hangarlarda çürümeye terk edilecek bir sistem” satın alabileceği uyarısını (!) yapıyordu. Ancak füzelerin NATO’ya entegre olamayacağı gerçeğine aldırış etmeyen Ankara, söz konusu sistem için Çin ile uzun soluklu görüşmelerine başladı. Yüksek irtifada seyreden hedeflere ve balistik füzelere karşı hiçbir savunma füzesi olmayan Ankara, bir yerden başlamak ve üreterek başlamak gerektiğini düşünüyordu.
Tabii bu tip bağımsız stratejik kararlar alabilecek güçlerin bu iddianın daimi bir şekilde arkasında durabilecek konumda da olmaları gerekmekteydi. Oysa Türkiye Suriye’deki savaşta NATO kalkanına şiddetle ihtiyaç duymasına yol açacak riskler almaktan çekinmiyordu.
Ve nihayet Türkiye 2015 yılı Kasım ayı ortalarında, uzun süredir Çin ile görüşmelerini sürdürdüğü uzun menzilli füze ihalesini iptal etti. (10 gün sonra da Rus uçağını düşürdü. Akabinde NATO’nun kapısını aşındırmaya başlayan Ankara’nın ödülü gecikmedi. NATO ittifakın güney kanadını güçlendirmek ve Ankara’nın hava güvenliğine destek vermek üzere Türkiye’ye AWACS tipi erken uyarı uçağı gönderme planına onay veriyordu. Yani Türkiye F-16’larının havadan havaya füze başarısını -yani Rus uçaklarını düşürme kapasitesini artırabilirdi artık. Dün düşürmüştü, yarın daha güzel düşürebilirdi.)
Suriye İç Savaşı içine çekilmekten itinayla kaçınan Çin Yeni İpek Yolu vizyonu kapsamında hava, kara ve denizde yeni nakliye koridorları oluşturma hazırlıkları içindeydi. Çin’in bu yöndeki projelerini çeşitli yerlerde çıkardığı yangınlarla engellemeye çalışan NATO’yu diriltmekle meşgul Türkiye ile ekonomik işbirliği ve altyapı projelerinde bundan böyle daha temkinli hareket edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
İran
Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler özelikle 2008’den sonra gelişiyordu. Zira İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad bu göreve seçildiği 2005 yılından üç yıl sonra ilk kez Türkiye’yi ziyaret ediyordu. İki ülke heyetlerinin Ağustos ayındaki görüşmelerinde, uyuşturucu kaçakçılığı, organize suçlar ve terörizmle mücadele ile diğer bazı konularda işbirliği anlaşması imzalanıyordu. Her şeye rağmen iki ülkenin doğal gaz anlaşması imzalama ihtimallerini boşa çıkartmak için epey uğraşan ABD rahat bir nefes almıştı. Zira İran-Türkiye ilişkileri bir doğal gaz anlaşmasıyla sonuçlanmıyordu. Ancak kasım ayında durum değişti. Türkiye ile İran arasında enerji alanındaki mevcut işbirliğini daha da geliştirmeyi öngören bir mutabakat zaptı imzalandı. Buna göre Türkiye, yatırım yapacağı Güney Pars havzasındaki T 22., 23. ve 24. doğalgaz fazlarının işletilmesi hakkını elde edecekti. Buradan çıkarılacak doğalgazın Türkiye’ye ulaştırılması için de bir boru hattı inşa edilecekti. İran’dan 27 milyon metreküp doğalgaz ithal eden Türkiye, projenin yaşama geçirilmesiyle birlikte bu rakamı 50 milyon metreküpe çıkarıyor olacaktı.
İran ile ilişkiler 2010 yılında daha da ilginç bir seyir aldı. O yıl İran’ın yürüttüğü uranyum zenginleştirme programına yönelik ABD ve İsrail’in tepkisi epeyce şiddetlendi. Tahran yönetimi üzerindeki uluslararası baskı artıyor, Batı kamuoyu İran’ı ABD’nin mi yoksa İsrail’in mi vuracağını tartışıyordu. İşte tam bu dönemde Ankara ABD’nin oyun planının tamamen dışında, şaşırtıcı bir hamle yaparak bu gerilimde arabulucu olabileceğini açıkladı. Gelişmeyi memnuniyetle karşılayan İran, 16 Mayıs 2010'da Türk ve (Türkiye ile benzer bir girişimde bulunan) Brezilya Dışişleri Bakanlarını Tahran'a davet etti. Yaklaşık 16 saat süren görüşmelerin ardından 3 ülke Tahran Deklarasyonu’nu imzaladı. Ancak anlaşma bu girişime epeyce sinirlenen ABD tarafından tamamen görmezden gelindi. Washington yönetimi olaya ağırlığını koyunca Brezilya anlaşmaya imzasını geri çekti.
Bu arada ABD’yi endişelendiren bir diğer nokta da Türkiye ile İran arasında 2000 yılında sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacminin 2011 yılında 14,9 milyar dolara yükselmiş olmasıydı. Bu rakamın içinde İran doğalgazı önemli yer tutuyordu. Türkiye her ne kadar bu ülkeye yönelik yaptırımlardan ötürü doğal gazın bedelini para yerine altın transferi ile ödese de, Washington yönetimi ilişkilerin geldiği boyuttan rahatsızdı. Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler bu hızla devam ederse, 2013 yılında İran Türkiye’den 5,3 milyar dolarlık altın elde etmiş olacaktı. Benzer bir ticareti Hindistan ve Çin ile de yürüten İran bu altın işinden toplam 20 milyar dolarlık bir gelire ulaşabilirdi. Bu durum dünya altın fiyatlarının dahi yükselmesi ile sonuçlanabilirdi.
Bu nedenle 17 Aralık 2013’te yapılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun bir muhtemel hedefi de Ankara’nın İran ile finansal ilişkilerini deşifre edip Halkbank’ın İran'a yaptığı altın ihracını durdurmak ve Tahran’ı izole etmeye yönelik geleneksel politikalara süreklilik kazandırmaktı.
Bu arada 2015 yılı başlarında Suriye Savaşı’ndaki seyri değiştirecek önemli bir gelişme oldu. İran ile P5+1 ülkeleri (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) 14 Temmuz 2015’te varılan ve Orta Doğu’daki nükleer silahlanma tehlikesini azaltan bir anlaşma imzaladılar. İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngören anlaşma sayesinde, Tahran yönetiminin nükleer silah elde etmeye giden yolları 15 yıllığına kapatılmış oluyordu. Türkiye anlaşmayı olumlu karşılamıştı. Zira Batı ile Tahran arasında 1979 İran Devrimi’nden bu yana atılmış en büyük yakınlaşma adımı olarak görülen anlaşma Türkiye’ye bir takım ekonomik fırsatlar sunmaktaydı.
Ancak Irak’a da sirayet eden Suriye İç Savaşı Tahran’la Ankara arasındaki gerilimi gün geçtikçe artırıyordu. Ankara, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın devrildiği günü görmekteki ısrarını sürdürürken, İran Esad yönetiminin ayakta kalması için çaba sarf ediyordu.
Tahran yönetimi Rus uçağının düşürülmesi akabinde Rusya ile yaşanan gerilimde Moskova’dan, Musul krizinde de Bağdat’tan yana tavır alınca Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler son 30 yılda eşine rastlanmadık ölçüde kötü bir noktaya ulaşmış oldu.
Suriye
Türkiye’nin 910 km ile en uzun kara sınırını paylaştığı Suriye ile Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki ilişkilerde mihenk taşı Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara’nın Ocak 2003’teki Türkiye ziyareti oldu. Bu, iki ülke arasında uzun yıllar sonra gerçekleşen ilk üst düzey temas idi. İkili ilişkilerin gelişmesi Ocak 2007’de Türkiye-Suriye Serbest Ticaret Anlaşmasıyla sonuçlanmıştı.
Suriye ve Türkiye, bu yeni dönemde başta ticaret olmak üzere, kültür, turizm, güvenlik, gümrük, ulaştırma, tarım gibi birçok alanda ortak projeler gerçekleştirmeye başladı.
Beşşar Esad ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiler de o derece yakın bir hal aldı ki, iki lider Ağustos 2008’de aileleriyle birlikte Bodrum’da ortak tatil bile yaptılar.
2009 yılı Nisan ayında ise iki ülkenin silahlı kuvvetleri, sınır bölgelerinde üç günlük bir ortak askeri tatbikat düzenledi.
Bu arada Suriye ve Türkiye Dışişleri, Enerji, Ticaret, Bayındırlık, Savunma, İçişleri ve Ulaştırma bakanlıklarının yılda en az iki kez toplanarak ortak eylem planı hazırlamaları kararlaştırıldı. Ekim 2009’da Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı. İki ülke arasındaki vize uygulaması da karşılıklı olarak kaldırıldı.
İlişkilerdeki bu gelişmelerin verdiği ivmeyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2010 yılında 2,5 milyar dolara ulaştı.
Ancak NATO ve Körfez İşbirliği Örgütü ülkeleri 2009 yılından başlayarak Suriye’nin başına çorap örmenin fırsatını kolluyordu. Zira Rusya’nın, İran’ın ve son olarak da Irak’ın müttefiki olan Suriye NATO nezdinde “kötü adamdı.” Şam yönetimi 2009 yılında Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayacak ve Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya enerji sağlayacak bir boru hattı projesi teklifini reddedince bir kez daha “kötü adam” oldu. Şam yönetiminin 2010 yılında 10 milyar dolarlık bir doğalgaz boru hattı anlaşması için İran ve Irak ile mutabakat zaptı imzalaması Suriye’yi “daha da kötü adam” yapmaya yetti. İran’ın Güney Pars havzasından başlayacak olan bu boru hattı, doğalgazı Irak, Suriye –ve bir Lübnan kolu- üzerinden Akdeniz’e, oradan da Avrupa’ya ulaştıracaktı. Hattın 2016’ya kadar inşa edilmesi planlanıyordu. Yoksa İran “Şam yönetimi sayesinde şer eksenini” Akdeniz’e mi ulaştıracaktı? Batı’nın Suriye’ye yönelik telkinleri sonuç vermedi. 2011 yılı temmuz ayında İran, Suriye ve Irak ile doğal gaz boru hattı ve sevkiyat anlaşmasını imzaladığını duyurdu.
Suriye, İran gibi dünyanın ikinci büyük doğalgaz rezervlerine sahip bir müttefike, Şii yönetime sahip bir komşuya (Irak) ve de Akdeniz kıyısında bir Rus askeri üssüne (Tartus) sahipken, elindeki stratejik üstünlüğü (Suudi Arabistan ve Katar gibi) başkalarına kaptırmasına yol açabilecek boru hattı projesine elbette ki evet demeyecekti. Ancak İran’ı bölgede yalıtmak isteyen birileri böyle düşünmüyor olmalıydı ki, 2011 yılında ülke karışıverdi. Onlarca devletin ateşine odun taşıdığı bir iç savaş patlak verdi Suriye’de. Bu arada Kardeşim Esad” gitmiş, “diktatör Esed” gelmişti.
Bir süre sonra fotoğraf netlik kazandı. Askeri hareketlilikler bize gösteriyordu ki, Suriye yönetimine muhalif grupların bir hedefi de, Akdeniz’e İran-Irak-Suriye üzerinden Şii eksenli bir boru hattı çekilmesinin önüne geçecek de facto bir harita yaratmaktı.
2011 yılı Ağustos ayında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir kez daha Şam’a gidiyor ve Esad ile 6,5 saatlik bir görüşme yapıp reform çağrısını yeniliyordu. Davutoğlu 15 Ağustos’ta da “Artık Suriye ile konuşulacak bir şey kalmamıştır” açıklamasında bulunuyordu
Kasım 2011’de de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Esad'a sert bir uyarı yaparak Suriye ile köprüleri tümden attı: “Suriye'de topla tankla iktidar bir yere kadar, gün gelecek sen de gideceksin.”
Kasım ayında Ankara Şam yönetimi ile ticari ve ekonomik ilişkilerini dondurdu. Suriye devlet bankaları ile ilişkilerin kesilmesi, Suriye ordusuna silah ve askeri malzeme tedarikine son verilmesi gibi adımları da kapsayan yaptırımlar uygulamaya konuldu. Türkiye bu savaşta sünni cihatçıları destekleyecekti.
2010’da 2,5 milyar dolara ulaşmış ticaret hacmi hızla düşerken, Türkiye’ ye sığınan Suriyeli mülteci sayısı da hızla arttı ve 2015 başında 1,5 milyona ulaştı.
Suriyeli muhalifler İstanbul'da ofis açarken, Katar ile Suudi Arabistan’ın büyük destek verdiği ve içinde Selefi cihatçı yapıların bulunduğu Özgür Suriye Ordusu liderliği de Hatay’da konuşlandı.
Sonrasını biliyoruz. Üst üste hatalı tercihler yapan ve yanlış zamanlarda yanlış düğmelere basan (!) ve hatalı kırmızı çizgilerde ısrar eden Türkiye’yi Suriye’den Rusya, Irak’tan da ABD çıkardı! Fırat’ın batısına yönelik kırmızı çizgisini de belki de Kürtler işlevsiz kılacaktı. Türkiye bir dostunu, ticari ilişkilerini ve 910 km’lik güney sınırındaki geleneksel komşusunu kaybediyordu.
Irak
Bağdat’a yönelik BM ambargosunun 22 Mayıs 2003'te kalkmasıyla birlikte Türkiye ile Irak arasında ticari ilişkiler yeni bir boyut kazandı. Irak daha o yıl ihracat pazarlarımız içinde 12. sırada yer aldı. Daha sonra ilişkiler hızla ilerledi. 2008 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 24 yıl aradan sonra Bağdat’ı ziyaret eden ilk Türkiye başbakanı oldu. Amerikan birliklerinin Aralık 2011'de Irak'tan çekilmesiyle Türkiye ile merkezi Irak yönetimi ilişkileri de yeni bir evreye girdi. 2013 yılı itibarıyla Irak, 12 milyar ABD dolarıyla Almanya'dan sonra ikinci büyük ihracat partnerimiz konumuna geldi. Ticari ilişkilerin yanı sıra, Türk şirketlerinin Irak’ta üstlendikleri müteahhitlik hizmetleri de önemli bir düzeye ulaşmıştı.
Ancak Türkiye’nin Bağdat’ı dışlayarak ve ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile imzaladığı, “Kürt petrolünün satışı ve Kuzey Irak- Türkiye arasında, yeni boru hattı inşası” anlaşması ilişkileri bir ara kopma noktasına getirdi. Yine de soğukluk zamanla aşıldı. Ankara ile Bağdat arasındaki anlaşmazlık sadece paranın Halkbank’a mı yoksa Washington’daki JP Morgan Bankası’nda açılan Irak Kalkındırma Fonu hesabına mı yatırılacağıyla sınırlı kaldı.
Ancak 2013 yılı sonundan itibaren Irak’ta etkinliğini artırmaya başlayan ve Haziran 2014’ten itibaren Anbar ve Ninova vilayetlerinde geniş alanları ele geçiren IŞİD’e (Daeş) yaklaşımdaki farklılık Türkiye ile Irak’ı da zamanla karşı karşıya getirdi. Yine de Bağdat yönetimi Türkiye ile ilişkilerin kopmasından yana değildi.
Türkiye, enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Irak’ın petrol ve doğalgaz kaynaklarının küresel pazarlara ulaştırılmasında coğrafi bir avantaja sahipti. O yüzden bu ülke ile ilişkilerini 2010’daki seviyesinde korumayı bilmeliydi. Ama yapamadı. 2015 Aralık ayı içinde Türkiye’nin Musul’a 25 tankla asker sevkiyatı yapması ilişkileri iyice gerdi. Türkiye’yi Arap Birliği’ne şikayet eden Irak oradan Başika operasyonunu Irak’ın egemenliğine saldırı olarak gören bir karar çıkarttı.
Arap dünyasına nüfuz edebilmek için girdiği açılımlar nedeniyle “eksen kayması” ile suçlanan Türkiye, “emperyal hevesleri” yüzünden 2015’te Arap Birliği’nce bile saldırganlıkla suçlanıyordu. Evet, eksen paşa şapa oturmuştu!
Twitter: @akdoganozkan