İnsan bazen kendi mağarasının içindeki 3-5 gölgeye bakıp bütün bir insanlığı tanıdığını zannedebiliyor.
Pek çok konuda başıma gelmiştir. Mesela dağlara sık gittiğim ve tırmandığım yıllarda o dorukların ve civarın sırlarına hakim olduğumu sanıyordum.
Oysa damları, çarşakları ve zirvelere giden patikaları bilerek dağların sırrına vakıf olunamıyormuş. Aslına bakılırsa bu şekilde ancak zırcahil olunabiliyormuş.
Beni bu cehalet uykusundan 1990’lı yılların ikinci yarısında bir “kuşluk vakti” tırmandığım güzergâhtan havalanan bir kuş (urkeklik –tetraogallus caspius) uyandırdı. Yüksekleri mesken tutmuş, nadir görülen hindi büyüklüğündeki bu koca kuş sayesinde dağlarda insandan başka canlılar olduğunu da fark ettim. Artık dağlara doruklarına imza atmaya değil, eteğinde, yamacında, hatta zirvesinde yaşayan canlılarını görebilmek, onları daha yakından tanıyabilmek için gidiyordum.
Bazı sabahlar Güneydoğu Toroslar’ın eteklerindeki Çukurbağ köyünde dostum Hasan Şafak’ın evinde sabaha karşı 3,5 -4 gibi uyanırdım. Şafak sökmeden soluğu onunla birlikte Aladağlar’ın 2,200 metredeki Arpalık Çukuru mevkiinde alırdık. Ama bu kez hedef Demirkazık’a tırmanmak olmazdı. Tek amacım bu dağın sakinleriyle “görüşmek ” idi artık.
Açılmış (!) gözlerimle sabahın alacakaranlığında hareketlenen urkekliği arardım. Kendini göstermekten pek hoşlanmazdı, ürkerdi. Zaten güneş Aladağlar’ın kayalık yüzeylerini yalamaya başladığında kaya kartallarına ve diğer yırtıcılara yem olmamak için aktif olmayı keserdi. O nedenle çok zamanımız olmazdı. Kayalarda dürbünle, teleskopla 1-1,5 saat onları arar, o güzelim ıslıksı ötüşlerini duymak için sabırsızlanırdık.
Bu zaman zarfında Cimbar Boğazı’nın öte tarafındaki sarp doruklarda dağ keçilerini (Capra ibex) görürdük, türlü cambazlıklar yaparlarken. Urkekliği görmüşsek ya da görmekten ümidimizi kesmişsek, bir kayanın dibine oturur, geven otlarının arasından belirebilecek bir sürmeli dağ bülbülünün o güzel ötüşünü beklerdik. Sonra sıra kar serçelerince çevrelendiğimiz anlara gelirdi. Derken kara isketeleri kırmızı alınlarından seçebilmenin derdine düşer, sakallı akbabaların, sarı gagalı dağ kargalarının selamlarını beklerdik.
Yaşam büyülüydü. Bu dağları içinde barındırdığı tüm renkleri ve büyüsüyle birlikte seviyordum. Arpalık Çukuru’ndan dönüşte gözlerim Cimbar Boğazı’nın kaya duvarlarında zıplaya zıplaya hareket eden duvar tırmaşık kuşunu arardı. Akşamları uykuya teslim olmadan önce ishak kuşunun ötüşünü duymayı beklerdim.
Aladağlar muazzam bir coğrafyaydı. Bazen bu zengin ve renkli dünyaya nasıl olup da onca zaman –o kadar ziyaretime rağmen- kör kalabildiğime hayret eder, dağa bakıp da sadece kendimi görmüş olduğum yıllar için içten içe büyük bir utanç duyardım.
2002 yılının Mayıs ayı sonlarında benzer tanıklıklar için bir kez daha Aladağlar’daydım. Hasan’ın pansiyon olarak işlev gören evinin ziyaretçileri arasında karavanlarıyla Finlandiya’dan gelmiş 60’lı yaşlarda sevimli bir çift vardı. Ta oralardan bütün bir Avrupa kıtasını aşıp iki haftalığına, Hasan’ın bahçesine dinlenmeye gelmişlerdi. İlerlemiş yaşlarına rağmen her sabah karavana asılı dağ bisikletlerini indiriyor ve dağın başka bir bölgesinde pedal çevirmek üzere yola koyuluyorlardı.
Bristollü iki İngiliz ile birlikte ürkeklik ve sürmeli dağ bülbülü peşine düştüğümüz bir günün akşamında baktım ki, Hasan’ın evinin geniş terasında epey kalabalığız. Misafirler arasında İsviçreli bir haritacı ile eşi de var.
Bir ara Finlandiyalı çift ile sohbet ediyoruz. Bana kendi şaraplarından ikram ediyorlar. Kadehlerin yumuşattığı sohbet sırasında civarda pedal basacak güzel rotalar olup olmadığını soruyorlar.
Evin girişinde asılı Aladağlar haritasının önüne doğru yürütüyorum onları. Hacı Ömer damlarının civarını tarif edecek oluyorum, gitmişler bile. Bildiklerimi aktarıyorum. Bana Emli Vadisi’nden Pozantı tarafına bir dağ geçidi olup olmadığını soruyorlar.
Kendi aralarında Fince bir şeyler konuştukları bir ara bu kez “Çukurbağ köyünün girişindeki benzin istasyonunun kaç yıldır orada olduğu” sorusunu yöneltiyorlar.
Bir-iki sene önce geldiğimde orada böyle bir benzinci olmadığını bildiğimden, “yeni açılmış olmalı” diyorum. Ama bu bölgede daha önce benzin istasyonu olmadığından yakıt almak isteyenlerin Kayseri yoluna çıkması gerektiğini aktarıyor, benzincinin açılmasından duyduğum memnuniyeti dile getiriyorum.
Bu kez, “daha önceki halini hatırlıyor musunuz” diye soruyorlar. Benzinciye niye takıldılar anlam veremiyorum, ama, bu arazinin eski hali iyi anımsadığım, bildiğim bir şey olmadığından çok yardımcı olamıyorum. Biraz sonra baklayı ağızlarından çıkarıyorlar:
“Orası daha önce köyün Ermeni mezarlığı idi!”
“...”
Şaşkınım, kem küm ediyorum.
“Mezarlık mı? Burada Ermeni mi vardı?” gibi aptalca bir cümle kuruyorum.
“Evet,” diyorlar.
Memleketlerindeki bir kütüphanede eski bir haritada görmüşler. Bir mezarlığın kalıntıları üzerine neden benzin istasyonu yapıldığını anlayamadıklarını söylüyorlar.
Şaşkınım. 1983’te alasına vurulduğum koca dağların eteklerindeki şu köy.... Taşını, kuşunu avucumun içi gibi bildiğimi zannettiğim şu Çukurbağ köyü 1915 öncesinde Ermeniler ile Türklerin ayrı mahallelerinde yaşadıkları bir köy olacaktı ve ben onu binlerce km. öteden tatile gelmiş bir Finli çiftten öğrenecektim!
Bütün bir coğrafya Ermeni izleri taşırken ben nasıl olmuştum da bunca sene bu izlere böyle kör ve sağır kalmıştım!
Yeni bir cehalet uykusundan daha uyanmak varmış demek ki kaderde!
Eksik kalan renklerin farkına vararak bir anda uyandım.
Köyün biri Martı (Martir?) adını taşıyan iki mahallesi vardı. Alaca zirvesinin (3588 m) köydeki bir diğer adının Lorut olduğunu zaten biliyordum. Tepelerden birinin “Eznevit” adını taşıdığından da haberdardım. “Sarı Mehmedin Yurdu” yolu üzerinde köylülerin “ziyaret” adını verdikleri, kayalara oyulmuş mezar yerlerini kaç kez ziyaret etmiştim de. Mangırcı ve Emli vadilerine bakan Kale Tepesi’nin zirvesinin dinamitlerle delik deşik edildiğini de görmüştüm. Hatta Kale Tepesi’nde “gavurlardan kalan defineyi” bulduğu söylenen Ahmet Emmi’nin şehre her inişinin “altınları bozdurmaya iniyor” şeklinde dedikodulara ve gülüşmelere sebep olduğunu da biliyordum.
Tehcir öncesinde Niğde sancağında 5 Ermeni yerleşimi olduğunu ve en az 6 bin Ermeni’nin yaşadığını da. 100 yüz yıl önce hepsini topraklarından sürdüğümüzü de.
Tehcir ile birlikte Pozantı’ya doğru yola çıkarılan çok sayıda sürgünün yolda taciz edildiğini, yağmalandığını ve çeteci gruplar tarafından katledildiğini de bir vakitler öğrenmiştim.
Bir köy, bir dağ sadece coğrafyasıyla, flora ve faunasıyla bir köy, bir dağ değildi. Tarihiyle de vardı ve işte oradaydı. Bazen bir sis perdesinin arkasında da bırakılsa, bu gerçeğin üzerini örtüp silebilecek bir istasyon daha icat edilmemişti. Olsa olsa altını kırmızı bir kalemle çizebilir, belki “ben buradayım” diye haykırabilirdi. Yıllar sonra Ermenistan’ın dağlarında da yaşadığını öğrendiğim urkekliğin ıslığı gibi ürkek ama kararlı bir ıslıkla kısa süreliğine gökyüzünü yırtar gibi.
İşte bir zamanlar Güneydoğu Toroslar’da olan da buydu!
@akdoganozkan