Türkiye’nin yakın tarihinde siyasi ve askeri açılardan anlaşılması en zor tarih, 15 Temmuz 2016’dan ziyade, 24 Kasım 2015’tir. Zira, 15 Temmuz, bir darbe girişimi ile iç savaş tatbikatı arasında bir yerde anlamlandırılabilecek bir eylem iken, Ankara’nın 24 Kasım günü hava sahasını -17 saniyeliğine- ihlal ettiği gerekçesiyle SU-24 model Rus savaş uçağını düşürmesi, elimizin altındaki parametrelerle kolayca anlaşılacak ve anlamlandırılabilecek bir eylem değildir.
Neden? Çünkü...
Öncelikle, Rusya, Türkiye’nin ticaret hacmini 2023’e kadar 100 milyar dolara ulaştırmak için deli gibi uğraştığı bir ülkeydi.
İkincisi, topraklarında patlayan bombalardan ötürü turizmde gelir kaybı yaşayan Türkiye bu olayla birlikte en gözde müşteri gruplarından birini, Rus turistleri yüzde 98.5 oranında kaybediyordu.
Üçüncü ve belki de en önemlisi, Suriye’de bir sürü kırmızı çizgileri de olan Ankara bu gelişmenin ardından sınır hattında bırakın devriye uçuşu yapmayı, bir kuş bile havalandıramaz hale geliyordu.
Üstüne üstlük, Ruslar bu olaydan sonra, Türkiye’nin IŞİD’e sınır hattından lojistik destek sağladığı iddiasıyla ilgili olarak çok sayıda delil peşinde koşup, bu malzemeleri Ankara’nın ileride epey başını ağrıtacak şekilde uluslararası platformlara sunuyorlardı.
İcraatın ilk günü düşürülmüştü
Kısacası, 64. T.C. hükümetinin kurulduğu ilk gün, 24 Kasım 2015’te Türkiye bir Rus uçağını vururken aslında kendi silahlı kuvvetlerini oyundan “düşürerek,” kendi kendisine adeta bir “darbe” yapmıştı. Dış politikasına denge ve hareket kabiliyeti getirmek üzere Rusya ile yılların seyri içinde geliştirdiği ilişkileri 17 saniyelik bir ihlale kurban eden Ankara, artık büyük ölçüde ABD’nin (ve de NATO ile Suudi Arabistan’ın) oyun planlarına ve insafına tâbi hale geçiyor, TSK da geniş bir sahada kımıldayamaz hale geliyordu.
Topraklarına bomba bırakmak gibi bir niyeti olmayan bir uçağı 17 saniyeliğine görmezden gelmek ya da kilitlenip taciz etmekle yetinmek gibi seçenekler varken, Suriye’de belki yarın bir kapı açmasını isteyeceği TSK’nın hareket kabiliyetini sıfırlayan ve o kapıyı o gün temelli kapatmasının zeminini hazırlayan düğmeye kim, neden ve hangi saiklerle bas(tır)mıştı?
Daha önce de yazdım: “23 Kasım günü herhangi bir Batılı diplomata, “Türkiye şu an ne yaparsa elindeki imkânları yitirip kozlarının da karşı tarafın eline geçmesini sağlar”, diye sorsaydınız, muhtemelen “düşürsün bir Rus uçağı, hepsi olur” derdi. Eğer bu diplomat, 32 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaştığımız Rusya’nın ezeli rakibi ABD’yi temsil eden biri olsaydı, muhtemelen cümlenin ikinci kısmını söylerken bıyık altından da gülerdi.”
Bu nedenle, o düğmeye basarak TSK’yı bir anda mefluç hale getirme kararını veren(ler)in bunu hangi saiklerle gerçekleştirdiğini tam olarak bilmeden, 24 Kasım 2015’i anlamak mümkün değildir.
Tam “tatlıya bağlanırken”
Türkiye sonuçlarıyla ağır bir şekilde yüzleşmek zorunda kaldığı bu travmadan tam 6 ay sonra dış politikadaki denge ve hareket kabiliyetini yeniden kazanmaya olanak tanıyacak bir açılıma yöneldi. Davutoğlu’nun “stratejik derinliğini” artık taşımak istemeyen Ankara, belli ki Rusya ve Suriye ile arasını düzeltme yolunu seçmişti. 24 Mayıs’ta kurulan T.C.’nin 65. Hükümetinin Başbakanı Binali Yıldırım, kabinenin şekillenmesinden bir ay sonra “Rusya ile ilişkilerin normale dönmesini arzu ettiğini” açıkladı. Zaten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Rusya'ya özür mektubu da göndermişti. Yıldırım, bu şekilde “işin tatlıya bağlandığını” ve “savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak gerekirse Rusya'ya tazminat ödenebileceğini” de ifade ediyordu. Başbakan’a göre, Suriye ile de ilişkiler “normale dönecekti.”
Suriye siyasetinde toplumun geniş kesimlerinin arzuladığı bir “U-dönüşü” anlamına gelecek bu manevra, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un Soçi'de 1 Temmuz’da bir araya gelmeleriyle bir arzudan çıkıp somut bir gerçeklik halini aldı. İki meslektaş yaptıkları açıklamada, ilişkilerin eski haline dönmesi için bir ay veya daha uzun sürebilecek yoğun görüşmelere ihtiyaç duyulduğunu ve neticede Putin ile Erdoğan’ın Ağustos ayında bir araya geleceklerini açıkladılar.
Bu arada öğreniyorduk ki, taşıma kapasitesi yılda 63 milyar metreküp olan, “Türk Akımı” projesi de Rusya ile birlikte tozlandığı raflardan inerek yeniden masaüstüne gelecekti. Türkiye'nin yılda yaklaşık 14 milyar metreküp doğal gaz almayı planladığı ve geriye kalan 49 milyar metreküp gazın da ülkemiz üzerinden Avrupa'ya ihraç edileceği bir proje yeniden konuşuluyordu.
İşte bu açıklamalardan ve gelişmelerden tam 2 hafta sonra, yani 15 Temmuz’da sonuçlarını ağır bir şekilde yaşadığımız ve yaşayacağımız bir başka travmayla karşı karşıya kaldık. Toplumun geniş kesimlerinin “başarısız bir kalkışma” ya da “başarısız bir darbe girişimi” olarak nitelendirdiği bir şey oldu Türkiye’de. “NATO ve diğer tüm uluslararası kuruluşlar ile oluşturulmuş yükümlülükleri yerine getireceğini” de açıklayan bir bildiri eşliğinde...
Birileri bu “darbe girişimine” yönelik hazırlanmış planın sızdığını, haince bir kalkışma içinde olanların deşifre olduklarını, bu arada belki bel bağladıkları belli kesimlerin ihanetine de uğrayarak başarısız olduklarını söylüyordu. Gerçek ne olursa olsun, o plan sahipleri son çare olarak birilerini sokakta, arkalarında görmek üzere harekete geçmişlerdi. Ama şükür ki, bekledikleri kesimler bu davete icabet etmemiş, sokaktaki başka bir kitleyle çatışmayı reddetmiş, Türkiye –en azından bu seferlik- bir iç savaşın kıyısından kanlı bir “tatbikat” yapıp dönmüştü.
15 Temmuz’da olup bitenlerin aslen hangi saiklerle örgütlendiğini, bunu örgütleyenlerin kafalarında tam olarak hangi hesapların yattığını, neden böyle bir şeyin özellikle o zaman için planlandığını, olaylar sırasında genellikle şeffaf bir şekilde akmasına olanak tanınan bilgi akışının da katkısıyla belki zaman içinde büyük ölçüde öğrenebileceğiz.
Bugün “başarısız” ilan edilen bu girişimin -24 Kasım’daki gibi- Türk dış politikasını “kraldan çok kralcı” bir şekilde Pentagon’un çıkarlarıyla örtüştürmek isteyenlerin işi olup olmadığını da belki yakında öğrenebileceğiz.
Aynı esnada Suriye cephesinde
Eğer bir “demokrasi nöbeti” ile bağdaşmayacak şekilde yaşanan insan hakları ve hukuk ihlallerini bir kenara bırakacak olursak, şu toz bulutu içinde en net seçilen şey, 15 Temmuz’dan sonra harekât ve muharebe gücü zayıflatılmış, günlerce belki haftalarca kışlalarından çıkamamış bir TSK’nın varlığı. “Girişim” başarısız addedilse de birilerinin bunu “başarı” olarak görmesi de mümkün.
Yüzümüzü bu toz bulutuna dönmüşken arka planda Suriye cephesinde tarihin nasıl da hızlandığını fark etmiyoruz bile. O nedenle şimdi geçen 2-3 hafta içinde Suriye cephesinde olup biten belli başlı gelişmelere yakından bakarak, Türkiye’nin kafasını -içerde olanlardan yukarı doğru- kaldırdığında tarihle hangi noktada buluşacağını daha iyi anlamaya çalışalım:
BİR: BAE’nin ünlü işadamlarından ve Körfez’in emlak kralı Halef Ahmed el Habtor, Suudi’lerin sahip olduğu El Arabiya’nın İngilizce edisyonunda çıkan bir yazısında, Rusya ve Suriye ile ilişkilerini onarmak istediğini ilan eden Türk hükümetini Suriye’deki rejim muhalifi güçlere ihanet etmekle suçladı.
İKİ: Bu arada Suriye’de rejime karşı savaşan muhalifler, pek çok yerde yenilgi yaşadılar. Halep şehir merkezinin kuzeyindeki Leyramun, Eşrefiye, Cemiyetu'z Zehra, Halidiye ve Raşidin bölgelerinde Suriye ordu birlikleriyle çatışan cihatçı muhalifler, bu zaman zarfında ağır kayıplar verdiler. Suriye Ordusu, Halep’in doğusundaki Beni Zeyd mahallesini muhaliflerden temizleyerek, cihatçı grupların bölgedeki son ikmal hattı olan Kastello Yolu’nu ele geçirdi. Böylece Suriye Ordusu savaşın kaderini tayin edecek Halep’te isyancı güçleri kıskıvrak kuşatmış oldu.
ÜÇ: Lübnanlı haber kanalı Al Manar, ikmal yollarının kapatılmasıyla birlikte, bir zamanlar Ankara’nın desteklediği ve Halep’te Suriye ordusu ile YPG’ye ağır kayıplar verdirmiş Nureddin el Zinki Tugayı gibi muhalif gruplara istihbarî danışmanlık yapan bazı isimlerin Halep’i terk ederek Türkiye’ye kaçtığını iddia etti. Al Masdar News ise, eski Özgür Suriye Ordusu’na bağlı 16. Tümen’in komuta kademesinin “tıbbi gerekçelerle” görevlerini bıraktıklarını ve Türkiye’ye kaçmış olabileceklerini yazdı. Economist’e bakılırsa, bazı isyancı grupların Gaziantep’teki liderleri ile bu gruplara verilen lojistik desteği koordine eden Amerikalılar arasındaki hakim hava Suriye’deki isyancılar için oyunun sonuna gelindiği, yani “game over” şeklinde! Ama tabii bu arada El Nusra’nın –Batı’nın koyduğu “terörist” damgasını silme ve yardım alma umuduyla- El Kaide ile bağlantısını kopartıp adını da “Şam Fethi Cephesi” şeklinde değiştirdiğine de tanık olduk. Erdoğan’ın “Eğer DAİŞ'e karşı olanlar terör örgütü değilse o zaman El Nusra'ya niye terör örgütü diyorsunuz” diye sorduğu bu örgütün Obama için olmasa da 8 Kasım’da seçilecek yeni ABD Başkanı için kullanışlı olmayacağını şimdiden bilemiyoruz.
DÖRT: Fırat’ın batısındaki Menbiç’in yüzde 70’i de aralarında YPG’nin de bulunduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin elinde geçti.
Bir diğer deyişle, Suriye’de tarih hızlandı. 64. Hükümetin Suriye’de kendisini daha yakın hissettiği güç odaklarıyla aramızdaki makas 65. Hükümetin şu döneminde açılmış görünüyor. Şimdi kafasını kendi iç dünyasında meydana gelen gelişmelerden kaldıracak Türkiye’nin o tarih ile nerede, hangi açıyla buluşacağını göreceğiz.
56 yıl sonra bir başka Rusya seyahati
Tarih öğreticidir!
Mesela, hep söylenir, 27 Mayıs 1960 darbesi olmasaydı, Başbakan Adnan Menderes Haziran ayında Moskova’ya gidecekti, denir. “İhtiyaçlarına gerekli karşılığı ABD’den alamayınca yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirmek istedi” denir.
Bu olaydan 56 yıl sonra, 15 Temmuz 2016’da, biz de bir “girişim” yaşadık. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Ağustos’ta yapacağı Rusya ziyaretinden bir ay önce!
Şimdi fark şurada ki, Erdoğan 9 Ağustos’ta Rusya’ya gidebiliyor!
Bu durumda da şu sorunun cevabı her zamankinden daha çok önem kazanıyor:
Türkiye Suriye Krizi’nde bundan sonra ağırlıklı olarak Rusya (ve Suriye) ile mi işbirliği yapacak? Dış politikasını Rusya ve Suriye ile belirli ölçülerde uyumlaştırarak mı yürütecek? Ticari ilişkilerden yatırım ilişkilerine Rusya ile yeni bir sayfa mı açacak? ABD ile ilişkileri daha da gerileyecek mi?
Yoksa “Rusya kozunu” ABD’yi bölgeye ilişkin belli tasarımlarından vazgeçirmeye çalışmakta mı kullanacak?
Yahut iki güçle de belirli ölçülerde barışık ama daha dengeli bir yaklaşım içinde mi olacak?
Cumhuriyet tarihimizin belki de en önemli zirve görüşmelerinden biri olacak 9 Ağustos’ta St. Petersburg’da gerçekleşecek Erdoğan –Putin görüşmesinin sonuçları bizi bu sorunun cevabına epeyce yaklaştırmış olacak.
Umalım ki, oradan çıkacak sonuç, 24 Temmuz 2015’ten beri büyüyen bir ateşin içinde olan Türkiye’nin kendi halklarıyla ve komşularıyla barışını da mümkün kılmaya katkı sunacak türden olsun. Yoksa 24 Kasım’dan bu yana tuhaf bir ayar verilmeye çalışılan ve yakın bir zamanda bir iç savaş tatbikatını da (ucuz) atlatmış ama dersini de pek almış görünmeyen Türkiye için gerisinin fazlaca bir kıymeti yok!
Twitter: @akdoganozkan