Akdoğan Özkan

28 Ekim 2013

90. yaşında büyümeyen çocuk ve demokrasi kültürümüz

Söyleyecek de çok şeyimiz var ve sürekli konuşmak istiyoruz. Ancak sözü başkasına vermeyi pek bilmezsek, ilk durakladığımızda aslında dinlenmediğimizi de fark edeceğiz. Ve belki ancak o zaman aktif dinlemenin bazen konuşmaktan daha kıymetli olabildiğini anlayacağız.

Demokratik bir kültür yeşertmeyi hiç bir şekilde öncelikli görmemiş bir toplumda devletin karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünü asayiş “önlemlerinde” araması çok da şaşırtıcı olmuyor. Asıl şaşırtıcı olan, devletin sert asayiş “önlemlerinden” mağdur olmuş insanların kendi aralarında demokratik bir kültür iklimi yeşertme ihtiyacı duymamaları. Ama burası, maalesef demokrasi kültüründen ziyade “incitme ve karalama kültürünün” hakim olduğu bir ülke. Ve bu durum bazen epeyce ümit kırıcı olabiliyor.

Modernleşme serüvenimizin 100-150 yılda aldığı mesafe belki o ölçüde ümit kırıcı değil. Ama aynı şeyi o serüvene refakat etmesini pekala umabileceğimiz demokratik kültür bahsinde söylememiz fazlaca mümkün olamıyor. Bakın bu topraklarda 1877 tarihli 1. Meclis-i Umumî’de 16 dil konuşuluyor, 11 inanç temsil ediliyordu. Bunca yıl sonra hangi noktada olduğumuz ortada.

Demokratik bir kültür yeşertebilmiş olsaydık, diğer sorunlarımızın çözümüne de büyük katkısı olurdu bunun. Ama işte durum bu.

 

Ümit Kardaş geçenlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide, “bu ülkede demokrat insan çıkması mucize, çünkü bu ülkede demokratik kültür yok, eğitim sistemimiz demokrat yetiştirmiyor”, diyordu. Bu toplumda aldığımız eğitim böyle bir kültürel iklim pompalayamadığı için de, demokrasiden anladığımız, sadece bizim gibi düşünen insanların hak ve özgürlükleriyle sınırlı oluyor. O nedenle biriyle konuşmaya başladığımızda zihnimizde önce onun “neci” olduğu sorusu beliriyor. Alacağımız pozisyonu bu sorunun cevabına göre belirliyoruz. O cevabın içerdiği referanslara göre dışlayıcı, hatta karalayıcı ve incitici olmayı seçebiliyoruz.

Maalesef, bu ülkede örgün eğitimin tornasından geçen her insan hayatı kendisine bu şekilde “kolaylaştırmak” gibi ilave bir beceri(!) de ediniyor.

İlk ve orta öğretimde her yıl bir önceki yılın müfredat kitaplarını yakan ve yenilerini basan bir “milli eğitimimiz” var. Ama bu konuyu dert eder “yeni” bir görüntü orada da yok. Her yıl “sistemiyle” oynanan örgün eğitimin hiç değilse cumhuriyetin 90. yılında bu durumu değiştirme çaba ve sistemliliği içinde olmasını bekleyebilirdik. Ancak bizi yönetenler orada temel önceliklerinin demokratik kültürü benimsemiş, özgür ortam soluyan kuşaklardan ziyade, “dindar nesiller” yetiştirmek olduğunu söylüyorlar.

İşin kötüsü, başka “acil” sorunlarımız olduğu gerekçesiyle, bu gibi “önemli” meseleleri konuşmaya bir türlü sıra gelmiyor. Ama önümüzdeki 20-30 yılda bu ülkedeki en büyük meselemizin bireyler arasında sağlıklı bir “demokratik kültür” inşa edebilmek olacağı da açık. Bunu gerçekleştirmedikçe büyüyemeyen bir çocuk gibi kalacağız. Biz büyümedikçe de bu ülkeyi asgari toplumsal mutabakatlar temelinde işleyen bir noktaya taşımak pek mümkün olmayacak. Yukardan aşağıya en gıcır demokrasi paketleri de bahşedilse, iktidarlar da el değiştirse, galiba bu gerçek değişmeyecek.

 

Geçen gün Zekeriyaköy Forum’un düzenlediği bir panele konuşmacı olarak katılan Yüksel Taşkın, bugünkü hayatta hiç bir karşılığı olmayan bu incitici, karalayıcı kültürümüzden söz ederken bu kaygılarımı yeniden hatırlattı. Taşkın, “şunlar bucu, bunlar şucu” şeklindeki tek kelimeyle yaftalama alışkanlığımızın 30 yıldır değişmediğini vurguluyor ve şöyle söylüyordu:

“Özgür ve demokratik bir Türkiye yaratacağız, diyoruz ama, kendi benzerlerimiz arasında bile demokratik bir kültür oluşturamıyoruz. Bu kadar darbe gördük, örselendik, eziyet çektik. Benzer şekilde eziyet çeken, çaba harcayan, mücadele eden insanlara, bizden biraz farklı diye selam-sabahı, saygıyı çok görüyoruz.”

Ne kadar haklı. Hatta bazen daha da ileri gidip bize yakın renkler ve seslerin dile gelmesini dahi bir komplonun parçası gibi algılayabiliyoruz. Öyle olunca da bunun devletin asayiş refleksinden çok fazla farkı kalmıyor.

O “şucu”, bu “bucu” ise peki o zaman biz kimle inşa edeceğiz bu özgür ve demokratik Türkiye’yi? Kendimize benzeyen insanlarla bile asgari müşterekler etrafında yan yana gelemiyorsak, bir başörtülü kızı ya da bir Kürt inşaat işçisini veya bir Ermeni gencini nasıl getireceğiz aramıza?

Böyle bakınca aslında pek de demokrat değiliz. Çünkü kendi renk tonumuz dışındaki bir tona, farklı bir tınıya toleransımız yok. Ve bu halimizle bir türlü büyüyemeyen kötücül bir çocuğa benziyoruz.

Belki bu büyüyememe sürecinin dinamiklerini psikanalizin kavramlarını ödünç alarak anlayabiliriz. Çünkü bu halimizle Ödip karmaşasını aşamamış ve o yüzden de narsisistik evreninde sıkışıp kalmış bir bebeği andırıyoruz. Dış dünyanın gerçeklerini algılamamızı sağlayan “simgesel” dolayımlar sistemine geçememişiz sanki.

 

Eğer bu büyüyememenin ardında “Devlet Babanın” Yasa Koyucu olarak devreye girdiği dönemde yaşadığımız bir travma yatıyorsa, bunun üstesinden gelebilmek için de cevabı belki orada aramamız gerekecek.

Aslında Gezi ile bir şans yakaladık. Konuşuyoruz artık, parklarda, kahvelerde, forumlarda. Ve anladık ki kamusal açıdan önem taşıyan meseleleri tartışmadıkça demokratik kamu yaşamı gelişemiyor. Üstelik de bu tartışmaların muazzam bir terapi imkânı da oluyor.

Ancak bu şansı ne kadar iyi kullanabiliyoruz acaba? Bir araya gelebileceğini düşündüğümüz, sandığımız kesimler birbirine yaklaşıyor mu, yoksa uzaklaşıyor mu? Kendisini “demokrat” olarak adlandıran kesimler başkalarıyla bir araya gelmenin yöntem ve araçlarını aramayı sürdürüyor mu? Gezi sırasındaki sembolik iftarlara sıkışmış birlikteliklerin fazlasını üretme yönünde yeni çabalar var mı?

Yok eğer evli evine gidecek, herkes kendi tapınağına çekilecekse, ne anladık biz bu işten? Oysa Jacques Ranciere sayesinde siyasetin başkasıyla ilişkimiz içinde özgürleşme imkânı barındırdığını, özgürleşmenin mantığının da bir heteroloji, olduğunu biliyoruz.

 

Evet, başta siyasete uzun yıllar mesafeli durmuş kesimler olmak üzere Gezi sonrasında toplumun pek çok kesimi konuşmaya başladı. Belki bu sayede yeni bir kamusallık tarifi yapılacak. Konuşmakta çok geç kaldığımız için de iri harflerle kuruyoruz cümlelerimizi. Söyleyecek de çok şeyimiz var ve sürekli konuşmak istiyoruz. Ancak sözü başkasına vermeyi pek bilmezsek, ilk durakladığımızda aslında dinlenmediğimizi de fark edeceğiz. Ve belki ancak o zaman aktif dinlemenin bazen konuşmaktan daha kıymetli olabildiğini anlayacağız.

İki durak arasında bir yerde, bizim gibi düşünmeyen insanların da söz alması gerektiğini, başka türlü toplum olunamayacağını öğreneceğiz. Travmalarımızın izlerini silip bizi özgürleştirecek olanın bu olduğunu göreceğiz.

Ancak bunları yapmaz da, cumhuriyetimizin bari 100. yılına demokratik bir kültürü oturtmuş olarak girmezsek, korkarım diğer “acil” sorunlarımızı çözsek de, bu durum toplumu oluşturan bileşenlerin hiçbirinin işine yaramayacak.

 

Twitter: @akdoganozkan