Akdoğan Özkan

17 Şubat 2014

30 Mart’taki yerel seçimlerin mağlubu kim olacak?

Diyelim ki bir kasabada yolun fazla dar bir açıyla dirsek yaptığı bir yerde yağmurlu havalarda bir-iki kaza meydana geliyor

Türkiye tüm sorunların doğrudan “devlet baba” tarafından çözülmesinin beklendiği ve bunun da kimseye tuhaf gelmediği bir ülke. Sorunların yerinden çözümü ve yerinden yönetim bahsinde hayli yol almış Batılı ülkelerle bu anlamda aramızda bayağı bir fark olduğu aşikar.

Farazi bir örnek temelinde şu “farklılığımızı” biraz açayım istiyorum. 30 Mart yerel seçimlerinin galibini olmasa da mağlubunu böyle bulabiliriz sanırım.

Diyelim ki bir kasabada yolun fazla dar bir açıyla dirsek yaptığı bir yerde yağmurlu havalarda bir-iki kaza meydana geliyor.

İlki küçük sıyrıklarla atlatılan kazaların sonuncusu birkaç ciddi yaralanmaya sebep oluyor ve bitişikteki evde bazı hasarlara yol açıyor.

Durumun vahameti anlaşılınca ulusal televizyon kanalları da bu mahalli olayı gündemlerine taşıyorlar.

Şimdi eğer bu olay Almanya’da gerçekleşirse, kasabanın yerel yöneticileri, trafik müfettişi, yol mühendisleri, standartlar uzmanı ve belki mahalli sivil toplum temsilcileri hızlıca bir araya gelir ve olayın çözümünü sağlayacak adımlar neyse onları atmak üzere işbirliğine giderler.

Devlet bu “mahalli” sorun için işletilir ve bir müddet sonra yolun güzergâh ve açısında gerekli değişikliğe gidilir.

Böylelikle o noktada benzer sebeplerle yeni bir kaza olmasının önüne geçilir. Bazen iş bununla da sınırlı kalmaz. Ortaya başta öngörülemeyen ilave çözümler de çıkabilir.

Örneğin, yeni yolun yapımında özel bir beton/asfalt malzeme kombinasyonu kullanılmış olabilir. Bu malzeme ile hem araçların yol tutuşu iyileşmiş hem de civar evlere gelen gürültü azalmıştır.

Almanlar bu beton/asfalt kombinasyonunun ülke genelindeki otoyollarda da uygulanıp uygulanamayacağına karar vermek üzere falanca bölgedeki bir otobanda pilot uygulamaya geçerler.

Dolayısıyla sadece mahalli ölçekteki sorun çözümlenmiş olmaz, başka bir bölgede ulusal düzeyde kazanım da sağlanır.

Burası Almanya’dır.

Şimdi diyelim ki, bahsettiğim olay Türkiye’de meydana geldi. Ne olur dersiniz?

Bir kere, böyle bir “kazanın” medyanın ve yetkililerin radarına girebilmesi için birkaç yaralı içeren bir hadise yetmez, ölümle sonuçlanması gerekir. (Yaralanmayla sonuçlanan bir kaza ancak –o da mobese kayıtları varsa– bazı TV kanallarının haber bülteni sonunda verdiği 30 sn’lik bir habercilik sosu olabilir.)

Kaza ölümlü ise, “yolcuların birer istatistik olarak portresi” isimli bir filmdir ilkin göreceğimiz. Yaralı ve ölü sayıları kaç, araçtaki kaç yolcu hangi hastanede tedavi altına alındılar, “şoför uyudu mu”, ölen kişi “hayatının baharında” mıydı, kazazedeler arasında yeni evli bir çift ya da doktor olmak isteyen bir genç kız var mıydı vs.

Kazanın gerçekleştiği yolda standartların dışında bir durum dahi olsa, ilgili kurumlar olayın kendi sorumluluk alanlarına girmediğini göstermek üzere bir “gard alma” çabasına girer. Çünkü bizde hukuki anlamda şeffaflık ve hesap verebilirlik iyi yönetişimin temellerinden biri olarak görülmez.

Eğer olay medyada ısrarlı bir şekilde yer buluyorsa, bu kez aynı kurumlar sorunu çözmek isteyen kendileriymiş de, aslında falanca merci/vatandaş ya da karşı partinin belediyesi işbirliğine yanaşmıyormuş gibi demeçler verirler.

Bu arada diyelim ki, kazada hayatını kaybeden kişilerin ailesi olayı tazminat davası gerektiren bir durum olarak algıladı ve Asliye Hukuk Mahkemeleri’nde dava açtı.

Bizde sorunun kökten çözümünden ziyade olabildiğince düşük bedelle tazmini ve unutturulması esas olduğu için bilirkişi tayin edilir. Raporlar, zabıtlar, tutanaklar hazırlanır. Yolun o mevkilerine de Türk trafik sanatının en muhteşem (!) çözümlerinden biri olan hız kesici kasisler yaptırılır.

Devletin “işi zaten başından aşkındır.” İnceleme ve davalar bizde kolay iş değildir, aylar sürer. Meselenin çözümü garanti değildir yine de. Çünkü bir bakmışsınız, mahkeme “görevsizlik” kararı vermiş.

Haydaa! Olay bu kez adli yargıdan idari yargıya taşınır. Bir süre sonra dava dosyasının belirli bir zaman içinde idari yargıya intikal ettirilemediği ortaya çıkar. Mesele uzadıkça uzar. Derken Uyuşmazlık Mahkemesi devreye girer.

Biz “Türkiye dinamik bir ülke” derken, olaylar bizi yalanlarcasına aheste aheste gelişir. Aylar ayları, mevsimler mevsimleri kovalar. Hukuk, aynı yolla hakkını arayacak başka kişiler için “caydırıcı” olsun diyedir bütün bunlar. 

Günlerden bir gün işgüzar (!) bir TV kanalına telefonla bağlanan bir siyasetçi olayın çözümü yönünde Ankara’yı işaret eder. Ve bölgede falanca etnik yapılıların ağırlıkta olduğunu, sorunun bu nedenle kasten çözülmediğini söyleyebilir. Bunun üzerine iktidar partisi sözcülerinden biri muhalefetin olayı istismar ettiğini, “buna müsaade etmeyeceklerini” dile getirir.

Bu arada bölgede yaşayanlar sorunun halen çözülmediğini dile getirerek yolu bir akşam trafiğe kapatırlar. Ancak bu davranış “biz aslında sokaklara dökülenlerin arkasında kimler olduğunu da gayet iyi biliyoruz” anlayışına toslar. Karşılarında asayişçi devlet refleksinin o bildik parmak sallamasını bulurlar. Gaz yiyip ıslanmıyorlarsa sevinmeleri gerekir.

Derken en yüksek mevkideki ağızlardan “müjde” dökülüverir: Hükümetimiz bu tür sorunları sadece o bölgede değil, ülke genelinde toptan çözmek istemektedir.

Konuyu da hazırlayacakları yeni yasa tasarısına dahil etmek istemektedirler.

Ama tabii bir yandan da konuyu “istismar etmeye” kalkışacak “marjinal” gruplara karşı “gerekli önlemleri” alacağını ilan eder. Devletin katı (cop), sıvı (tazyikli su ) ve gazdan (biber gazı) oluşan 3 hali peşi sıra gelir.

Böylece başta teknik bazı düzenlemelerle çözülecek sorun kronikleşir. Olayın çözülemeyişi insanlardaki adalet duygusunun zayıflamasına da yol açar.

Gün gelir, konuyu kasabalının ihtiyaç duyduğu şekilde çözmeyi istemek, “teröre teslim mi olalım yani” şeklinde sorulara muhatap olmayı gerektirebilir.

Gazetelerden biri olayın arkasında bazı uluslararası çevrelerin olduğunu söyler, bir gazete son dönemde bazı İsraillilerin bölgeden arsa kapattıklarını ileri sürebilir. Olay belli ki baştan sona bir “komplodur (!)”

Bir nesil sonra sorunun asıl kaynağı kasabada dahi unutulabilir. Burası Türkiye’dir.

Rahmetli Aziz Nesin 50 yıl önce benim bu aktardığıma az çok benzeyen hikayeler üretiyordu. Bizler çocukluğumuzda böyle hikayeleri okuyup gülerdik.

Aradan geçen onca zaman sonra bu hikayeler neredeyse aynen yerinde duruyor. Belki çocuklar gülebiliyor da. Ancak bu ülkede şöyle 30-40 yılı devirmiş bir yetişkin için gülmek epeyce zorlaşıyor.

Belki gülmüyoruz artık ama tuhaf da bulmuyoruz. Bir miktar hayal gücümü zorlayarak oluşturduğum örneklerden ilki Almanya’da, ikincisi Türkiye’de meydana gelirse şaşırmıyoruz. Bizi şaşırtan, Almanya’da olacakların Türkiye’de gerçekleşmesi oluyor.

“Bu neden böyle” diye sorduğumuzda az çok herkesin doğruya yakın bir cevabı da var.

Ama olayın üzerinde fazlaca düşünmediğimiz, bize tuhaf gelmeyen boyutu, bu memleketteki aşırı merkeziyetçi yapı. Bundan başkasını görmemişiz çünkü. Kaynağı yerel olan bir sorunun çözümünü dahi merkezî otoriteden beklemek çoğumuza tuhaf gelmiyor.

Şimdi mahalli konularımız ve dertlerimizi çözmeye talip olacak, dolayısıyla o mahallerin sorunlarını ve çözüm yollarını iyi bilmesi gereken kadroların görevlendirilmesini temel alan bir yerel seçim arifesindeyiz.

Seçim sözde “yerel.” Ama biliyoruz ki, bu ülke bugüne kadar genel seçim atmosferinde geçmeyen pek az yerel seçim gördü. 30 Mart da bu anlamda istisna olmayacak. Çünkü onun da yerel bir seçim olağanlığında yaşanmayacağını epeydir biliyoruz.

Durumu en iyi yansıtan sözlerden birini Cardiff Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr John Lovering bir zaman önce bizim gazetelerden birine verdiği söyleşide söylemişti:

“Erdoğan eskiden İstanbul’un belediye başkanıydı. Artık değil. Ancak kente dair tüm kararları o veriyor. Bu çok garip bir durum.”

Evet garip. Ama gerçek de. Bizim büyük gerçeğimiz, çaresizliğimiz!

Ve bu yüzden 30 Mart yerel seçimleri, “kente dair tüm kararları veren otorite” ile bu otoriteye karşı olanların mücadelesi şeklinde geçecek gibi görünüyor. Yoksa siyasi, mali yetkilere sahip yerel kamusal örgütlenme birimlerini yönetmeye aday kadroların bağımsız bir iradeyle hizmet ve proje yarıştırma kampanyası olarak değil.

Kente dair tüm kararları veren  merkezî otoritenin yarın öbür gün daha da fazla yetkilerle donanacağı bir pozisyona soyunmak için toplumdan güvenoyu alma çabasına “yerel seçim” denilebilir mi, bilmiyorum. Bu yüzden kim kazanırsa kazansın, “yerinden yönetim” sanırım 30 Mart 2014 yerel seçiminin galipleri arasında olmayacak. Ve galiba zaten yarışanı da değil.

 

twitter: @akdoganozkan