Akdoğan Özkan

02 Ocak 2023

2022: Tarihin Sonu’nun Sonu

Fukuyama tarafından insanlığın ideolojik evrimindeki nihai yönetim biçimi olarak görülen “liberal demokrasi” durağının son kalıntıları da geçen yıl paramparça oldu

2022 yılını tanımlayan özlü bir ifade kullanacak olsaydım, bu sanırım “Tarihin Sonu’nun sonu” gibi bir ifade olurdu.

Neden böyle düşündüğümü dillendirmeden önce, “Tarihin Sonu” kavramı üzerine kısaca durmak yerinde olur, sanıyorum. Geçmişi, Fransız filozof ve matematikçi Antoine Augustin Cournot tarafından kullanıldığı 1861 yılına dayansa da, bizler bu kavramı galiba ilk kez, Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen önce kaleme aldığı “The End of History” (Tarihin Sonu) başlıklı makalesiyle Amerikan siyaset bilimcisi Francis Fukuyama’dan duyduk. Cournot’nun iktisadi süreçlerin sonuçlarının getirdiği başarıdan hareketle siyasal düzeni ve onun ilkelerini değiştirmenin gereksizliğine atıfta bulunmak için (“Traité de l’encbaînement des Idées fondamentales dans les sciences et dans l’bistoire” başlıklı çalışmasında) kullandığı “Tarihin Sonu” kavramını Fukuyama, 20. yüzyılın çatışan ideolojilerini temel alan bir kavramsal bağlama oturtuyordu. Ve özetle şöyle bir tez ileri sürüyordu: “Önce monarşiyi, sonra faşizmi, nihayet komünizmi alt eden liberal demokrasi, “insanlığın ideolojik evrimindeki nihai durak ve yönetim biçimidir. Tarih sona erdi!”

Dönemin verileri de sanki bu tezi destekler gibiydi. “Tarihin Sonu” ile birlikte piyasaya sürülen “Yeni Dünya Düzeni” lafını sadece ABD Başkanı George Bush değil, SSCB’nin son Devlet Başkanı Mikhail Gorbaçov da, “yeni dünya düzenini şekillendiren bir sürecin başındayız” diyerek retoriğinin bir parçası yapabiliyordu. (Aynı günlerde “yeni dünya düzeninin” bir başka ham savunucusu olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal da, “AB üyeliği kendiliğinden kucağımıza düşecek” diyordu.)

Fukuyama, 1992 yılında kaleme aldığı “The End of History and the Last Man” (Tarihin Sonu ve Son İnsan) adlı kitabında bu fikirlerini detaylandırmış ve en önemli iki hasmı olan faşizm ile komünizmin yenilgiye uğradığına işaret ederek, artık liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin önünde rekabet edeceği güçlü bir hasım kalmadığını öne sürmüştü. Ona göre, liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi ilkelerinin ete kemiğe bürünmüş tek parça olarak yaşama geçtiği örnek güç olarak ABD tarihsel mücadeleden muzaffer çıkmıştı. Bu ilkelerin egemen olduğu başkaca bir yapı aramak beyhude idi.

O tarihlerde Rand Corporation’da danışman olarak da görev yapan Fukuyama, 2000’lerde neocon görüşlerinin bir kısmından vazgeçecektiyse de, 1990’ların başında “başarılı bir liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi henüz her yerde kurulmamış olsa bile, bir anlamda bu sistem için herhangi bir ideolojik rakip yok, kalmadı” diyordu. Amerikalı siyaset bilimci, bunlarla yetinmiyor, Guardian gazetesinde 1991 yılında yayınlanan bir yazısında Ruritanya isimli varsayımsal bir ülke ve onun petrolden elde ettiği parayla kendine ordu ve gizli polis teşkilatı kurmuş varsayımsal despotik liderinden söz ediyordu. Ona göre Irak’ı (milyonları sefaletin pençesine iterek) dize getiren Körfez Savaşı (1991) Ruritanya gibi ülkelerin gelecekteki liderlerine anlamlı bir mesaj gönderiyordu: “Bütün bunları sezinleyecek kadar zeki iseniz, Ruritanya’nın yaşam boyu devlet başkanı olmaz, eğitiminizi tamamlayıp belki de Michigan Üniversitesi’nde master yapmaya koyulurdunuz.”

Neden, çünkü: “Ruritanya’nın hiçbir devlet başkanı bir ABD büyükelçisiyle Saddam Hüseyin’in April Glaspie ile konuştuğu tarzda konuşmayacak; küçümser bir tarzda ABD’nin savaşmayacağını söylemeye kalkmayacaktı.”(*)

1991’deki Körfez Savaşı bu “ayağınızı denk alın, tarih sona erdi” mesajını dünyanın her köşesine iletmişti çünkü. Fukuyama’nın alıntı yaptığım yazısının ve söz konusu kitabının yayınladığı tarihten bu yana 30 yıl geçti. Gerçekte var olan sosyalist ülkelerdeki sistemin çöküşünden güç alan Fukuyama’nın “tarihin sonu” ilanı o gün de prematüre ve yanlış idi. Ama galiba, 2022 yılı Fukuyama’nın o prematüre ilanının geçersizliğini en net ortaya koyan, dahası o kavram temelinde tanımlanan bir dönemi net bir şekilde kapatan bir yıl oldu. Ve başta da dediğim gibi, 2022 yılı için niteleyici tek bir başlık kullanacak olsaydım, bu muhtemelen “Tarihin Sonu’nun Sonu” gibi bir ifade olurdu.

Elbette ki bu “son,” 2022’de öyle birdenbire gelmedi. “Tarihin Sonu’nun Sonu”na ilerleyen bir süreç söz konusuydu ve 2022’ye gelene kadar hem iktisadi hem siyasi alanda pek çok işaret gördük. O sözü edilen “liberal demokrasinin” dünyanın geri kalanının sorunlarına deva olabilecek bir gelecek perspektifi ile yeni küresel ilişkiler dokusu çizemeyişini, kalkınma peşindeki ülkeler için tahripkâr olmayan alternatif destek kurumları tanımlamayışını bir kenara bırakın, toplumsal dokuları harap eden yıkıcı neoliberal iktisadi politikalarla desteklenmesinin yol açtığı sonuçlar neyin sonunun sonuna doğru ilerlendiğini görmemiz için yeterliydi aslında. Siyasi düzlemde olup bitenler ise o sürecin konturlarını kalınlaştırıyor, altını net şekilde çiziyordu. Neydi onlar, biraz da siyasi alametlerine bakalım:

BİR) ABD’nin, 1987 yılında Sovyetler Birliği ile imzaladığı ve bu ülkenin dağılması sonrası Rusya’nın taraf olduğu INF anlaşmasından 2019 yılında çekilmesi sürecin en büyük işaretlerden biriydi. Donald Trump’ın menzili 500 ile 5 bin 500 kilometre arasında olan ve karadan havaya atılabilen orta menzilli tüm nükleer ve konvansiyonel balistik füzelerin yasaklanmasını öngören anlaşmadan ABD’nin imzasını çekmesi, nükleer silahlanma yarışının yeniden ivmeleneceğine yönelik endişeleri de güçlendirdiği gibi, yaşlı kıtanın bir güvenlik mimarisi güvencesinden yoksun kalmasına yol açmıştı. Trump, bir anlamda ABD’nin küresel barışın nimetlerinden feragat etmesinin yolunu açmıştı. Buna başka kimsenin gücünün yetmeyeceğini düşünüyordu muhtemelen. Avrupa, en büyük müttefiki tarafından daha kırılgan bir hale getirildiğinin farkında değildi o günlerde.

İKİ) Afganistan coğrafyasından öte temsilleri olan başka mücadele alanlardan biriydi. 1979’da asker soktuğu Afganistan’dan 10 yıl sonra çekilmek durumunda kalan Sovyetler Birliği’nin çökmesinin yarattığı vakum ABD’yi burada da avantajlı kılmıştı. Washington, “liberal demokrasi” götürmek için 7 Ekim 2001’de “Kalıcı Özgürlük Harekâtı” ile işgal ettiği Afganistan’ı 30 Ağustos 2021’de tüm iddiaları çökmüş bir şekilde Taliban’a teslim ederek çekildi. “Muzafferin” en uzun savaşı mağlubiyetle sonuçlanırken aslında “tarihin sonunun sonunun” geldiğinin en ciddi alametini görüyorduk. Fukuyama’yı okuduysa, eminim Karzai de o günlerde, “iyi ki boş yere Michigan Üniversitesi’nde master yapmamışım” demiştir. Kendisini çok uzun bir dönem dünyanın değişik köşelerine siyasal İslam ihraç etmekle mükellef gören Riyad’dan bile bakıldığında, o muzaffer (!) sistem çatırdıyor ve Orta Doğu’daki en büyük müttefiklerinden birine dahi güven vermekten uzaklaşıyor, onu yeni arayışlara itiyordu.

ÜÇ) NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin hız kesmeyeceğine yönelik sinyaller de artıyordu. Bunun paralelinde ABD’nin Ukrayna’yı Rusya ile kolektif Batı arasındaki yeni operasyon sahası olarak seçtiği de netlik kazanıyordu. Daha 2014’te kolektif Batı’ya karşı Kırım üzerinden yumruğunu masaya vuran Rusya, 2022’de o masayı dağıtıp tersyüz ettiğinde, “tarihinin sonunun” son kalıntıları da yavaş yavaş un ufak oluyordu. Aslında Washington Rusya’nın kendi açtığı ve belki bir tuzak olarak da görülebilecek o yolda yürüyeceğini zaten öngörmüştü. Ancak Kremlin’in işgal sonrasında kolektif Batı’nın tüm kapsamlı yaptırımlarına karşı tereddütsüz direneceğini, masayı devirirken “küresel barışın nimetlerinden asıl ben feragat ediyorum!” diyebileceğini öngörmüş müydü, siyaset bilimciler ve tarihçiler sanırım bu sorunun yanıtını bir süre daha arayacak.

Bu arada, ABD’nin daha tehlikeli bir hasım olarak gördüğü Çin belki Washington’a Rusya gibi açıkça meydan okuyor değildi ama Tayvan üzerinden yarın yürüyebilecek “en kötü senaryo” için daha yoğun hazırlanma fırsatı bulmuştu. Tarih 2022’nin Şubat ayında epey hızlanmış ve kaçınılmaz sonuna (!) doğru ilerlemişti. Tabii aslında o hızlanma Donbass’ta 8 yıl önce başlamıştı, bunu unutmayalım.

Velhasıl, ortada siyasi/askeri bir çatışma vardı. Bunun, büyük ölçüde haklısı haksızı da var. Ama “ideolojik” diyebileceğimiz bir kavramsal yarılma var mı bu çatışmada? Galiba cevabını arayan önemli bir soru da bu.

Moskova merkezli önemli bir uluslararası düşünce kuruluşu olan Valday Tartışma Kulübü’nün program direktörlerinden İvan Timofeev’e göre yok. Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün (MGIMO) öğretim üyelerinden de olan Doç. Dr. Timofeev, geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı ve kendisinden ilhamla bugün bu köşeye başlığını aldığım bir yazısında, “tarihin sonu” döneminin tüm kalıntılarının 2022’de ortadan kalktığını söylerken, “Buna rağmen Soğuk Savaş dönemine net bir geri dönüş olmuş da değil henüz. Zira aslına bakılırsa ortada ideolojik bir çatışma yok,” diyerek önemli bir tespitte bulunuyor. Timofeev’e göre ne Rusya ne de ABD’nin Rusya’dan daha tehlikeli bir hasım olarak gördüğü Çin küresel bir ideolojik alternatif sunabiliyor. Rusya, Ukrayna’daki savaşta meşruiyetini ulusal güvenlik temelli çıkarlarından alıyor. Bu savaşta bölgenin “Nazilerden arındırılması” gibi II. Dünya Savaşı mücadelelerini anımsatan tarihsel motiflere rastlasak da, yer yer “Rus dünyası” kimliğinin bazı bileşenlerine rastlasak da buradaki savaş, ideolojik bir mücadeleden türemiş görünmüyor.

Bu durumda geliyoruz, 2023’ten itibaren artan kaotik şartlar altında daha da önemli olacak asıl sorumuza: İnsanın kendisini gerçekleştirmesini sağlayabilecek ve ona onurlu bir gelecek perspektifi içinde üretici/yaratıcı vasıflarını piyasaya teslim etmeden iade edebileceği bir ideolojik alternatif tasavvur mümkün mü ve o tasavvur bir gün gerçek ve muzaffer olabilir mi? Evet, Francis Fukuyama tarafından insanlığın ideolojik evrimindeki nihai yönetim biçimi olarak görülen “liberal demokrasi” durağının son kalıntıları da geçen yıl paramparça oldu. Yerine neyin konulacağını görmemiz öyle hemen 2023’de görülecekmiş gibi de durmuyor.

Ama galiba cevabı kadar soruyu bu şekilde koymanın da önemli olduğu bir tarihsel dönemeçteyiz. Gelecek ufkumuzu karartan onca şey arasında enseyi karartmadan o asıl soruyu sormamız ve ısrarla cevabını aramamız gerekiyor, sanıyorum.


(*) = Francis Fukuyama, “Ruritanya Diktatörünün Değişen Günleri”, Guardian gazetesi, 8 Nisan 1991, çeviri: Akdoğan Özkan -Birikim dergisi, sayı 26, s: 50-52, Haziran 1991.