Sosyolojik oluşları ve olguları saptamak yetmez. Hareket halinde görüntülemek, takip etmek, uğraklarını ve duraklarını saptamak daha verimli olacaktır. Riskli benzeşmelere, yeni sebep-sonuç ilişkilerine ulaşırsınız o zaman. Toplumun bir ferdine dair bir gözlemden mesela, ülkedeki rejim değişikliğine kadar uzanabilirsiniz. Bir önceki cümlede ‘riskli benzeşmeler’den söz ettim. Sosyoloji ile fizik, toplumbilimleri ile fen bilimlerindeki benzeşmeler risklidir ama doğru yerden tuttuğunuzda pek de açıklayıcıdır bir yandan da. İki alandaki, sosyoloji ve fizikteki her hareket ve durumun bir de imgesel karşılığı olduğunu kabul ederek koyulabiliriz işe.
Bir insanın içe dönmesinden, içine kapanmasından bahsetmek göğüsteki, onun göğsündeki bir çukurlaşma imgesini, böyle bir fiziksel bedensel imgeyi doğurmaz mı, çağırmaz mı mesela? (İnsan bedeninde fiziksel olarak zaten var olan göğüs çukuru, içe dönme, içe kapanma ile beraber burada duygusal bir imgeye dönüşmektedir aslında.) Şöyle yazmıştım ‘Nehir’ adlı öykümde: “(…) Kırgınlık, bizlere duyduğu kırgınlık her insanda olduğu gibi onda da kendine, göğsüne doğru bir dönüşe, eve dönüyormuşçasına göğsüne dönmesine yol açmıştı. Oradan yapmıştı bu birkaç cümlelik konuşmayı. Sesi göğsünden gelmişti. Kırgınlıkla göğüs arasındaki bu bağlantı: duygusal anatomi. Böyle bir şey var, evet. (…)” (Duygusal Anatomi, Can Yayınları, 2015)
Ya da evrendeki kara deliklerin varlığı, evrenin içe dönmesi, içine kapanması, yani evrendeki bir psikolojik durum olarak anlatılamaz mı bir şiirde yeri geldiğinde? İşte bu imgeler, matematikteki fonksiyonlar gibi ‘edebi fonksiyonlar’dır, bilimin esinlediği… Bunlarla devam edeyim şimdi.
Bireyin içe kapanması, içe dönmesi gibi, bir toplum da içe dönebilir, içine kapanabilir. Türkiye toplumu böyle bir süreçten geçiyor, böyle bir süreçte yol alıyor epeydir işte. İktidar baskısı ve şiddet söylemi ile iktisadi zor karşısında her gün daha fazla yurttaş siniyor, güvenlik arayışıyla kamusal alandan özel alanına çekiliyor, içine dönüyor, içine kapanıyor. Bu durum artık toplumsal bir boyut aldı. Diğer taraftan yoğun bir propaganda ve düşmanlaştırma söyleminin etkisiyle kendinden memnun, kendine dönük, kendi içine dönmüş büyük bir rejim destekçisi kalabalık da oluştu.
Bu iki hat üzerinden kendi içine döndükçe, çekildikçe, kapandıkça Türkiye, uluslararası toplumsal hayattan da kopuyor tabii. Oralara bakmaz oldu toplum artık. Bir kader, kendi özgün kaderi gibi yaşıyor içinde bulunduğu durumu. Göğüsteki içe dönme, içe kapanma sonucu oluşan çukurlaşma da işte böylece toplumun sinesinde oluşuyor şimdi artık ve ülkesel boyutta tezahür ediyor. İçbükey (konkav) bir ülkedeyiz artık.
Bunun nasıl bir sonucu, nasıl bir etkisi oluyor peki siyasi olarak? İçbükey yüzeylere, konkav ayna ya da herhangi bir içe çökmüş metal yüzeye, mesela bir kaşığın içine, baktığımızda kendi görüntümüzü olduğundan çok daha büyük görürüz. (Tıraş olurken ya da makyaj yaparken, yani kendimizle meşgul olurken tercih ettiğimiz de içbükey aynalardır bu nedenle.) Otoriter ve sağ popülist iktidarlar kendilerini düşmanlarla çevrili addederler ve yalnızlık korkusuyla toplumu, çoğunluğu kendilerine benzetmeye çalışır, toplum, çoğunluk kendilerine benzesin isterler. Sağ popülizmin otoriter iktidarları işte tam da bu yüzden içbükey toplumları, çukur ayna toplumları çok sever, kendilerini mütemadiyen içbükey ülkelerinin aynasında seyrederler. Bu da bir dev aynasıdır zaten.
Dışbükey ülkeler
İçe dönük, içbükey toplumların karşısına bir de dışa dönük, dışbükey toplumları koymak gerekir haliyle. Dışa dönük toplumlar kendi içlerinden dışa uzanırken oluşan enerji ve fiziksel sosyoloji sonucu yüzeyde bir tümsek oluştururlar. Bu toplumlarda bir tümsekleşme durumu söz konusudur sinede ve buralarda iktidarlar ve toplum kendisini bir dışbükey (konveks) ayna ya da herhangi bir şişkin metal yüzey, mesela bir kaşığın arka yüzü gibi dışbükey bir yüzeyde seyrettiği –ki dışbükey aynalar bakış açısını genişletir ve bu yüzden de mesela trafikte dışbükey aynalar kullanılır- ve kendisini geniş açılı konveks aynaya sığan ötekilerle dünya ölçeğinde karşılaştırdığı için kendi mütevazı boyutunu da kabullenir. Bu da demokrasinin, gelişmenin önünü açan bir etken olmalı dışbükey ülkelerde.
Türkiye’de sadece ultra’sından ulusalcısına kadar geniş bir milliyetçi güruhun, zenofobik cahillerin değil, işgücü pazarında bir arz fazlasının oluşmasından kaygılanan işçilerin de, ama epey bir münevverin de burun kıvırdığı, düşmanlık ettiği sığınmacılar, dev aynasındaki rehavetini bozuyor ama kalabalıkların yine de… Hayatından bezmiş, olanı biteni kaderi kabul etmiş ya da kendi aynalı labirentine çekilmiş kalabalıkların karşısında her türlü risk ve çabayı göze alarak hayatı seçmiş, kaderini eline almış, ülkesinin korku tünelinden çıkmış insanlar var sokaklarda. Seçimlerinin enerjisiyle mücadeleye hazır sığınmacılar bunlar. Immanuel Kant’ın kavramıyla ‘dinamik yüce’ onlar.
Kant, Öteki (Alter) ile karşılaşıldığında kapılınan hissi ‘dinamik-yüce’ ile yüz yüze gelmenin etkisi olarak tarif ederken doğadan örnek veriyor. “Cesur, sarkık, aynı zamanda tehditkâr kayalar, gökyüzünde kuleler gibi yükselen fırtına bulutları, şimşekler ve gök gürlemeleri ile geliyor, bütün yıkıcı şiddeti ile volkanlar, ardında yıkım bırakan kasırgalar, sınırsız okyanusu kabartmış, güçlü bir nehrin yüksek çağlayanı ve benzerleri” diye tarif ediyor o hissi; Öteki’de görünür olmuş ‘dinamik yüce’ ile karşılaşmanın dehşet ya da ürküntü hissini…
Ama Kant şöyle bir güvence de verir ki, ‘dinamik yüce’ ile karşılaşmanın (Kant bir de ‘matematik yüce’ kavramı kullanır aynı yapıtında) bu olumsuz duygusu aşıldığında büyük bir mutluluk ve haz hissedilecektir.
Toplum, bir gün içbükey aynasındaki devasa çehresinin açık bıraktığı bir yere görüntüsü düşmüş Öteki’nin dehşetiyle ardına dönüp ondaki ‘dinamik yüce’ ile karşılaştığında ve yüzleşmeye başladığında kendi aynalı labirentinden çıkmanın yolunu da arayacaktır.