İlk gençlik yıllarımda, hatta çocukluğumda romanlarda, öykülerde, tarih kitaplarında eski daha eski, geçmiş daha geçmişti. Geçmişti artık. Eski çağlardaki ya da sadece bir iki yüzyıl öncesindeki dünya, toplumsal yaşam bana karanlık, korkutucu görünür, o dönemlerde onca zulme maruz kalmış ya da tanıklık etmiş insanlara acır, o çağlarda yaşamanın ne denli korkunç bir şey olduğunu düşünürdüm. Bir yandan da "Hayat öyle güzel ve insan öyle bir yaşama sevinci ve bundan doğan bir cesaret ve sabra sahiptir ki, onlar da yaşamanın, katlanmanın bir yolunu bulmuşlar işte" derdim içimden. Bilimin en önemli şey olduğu öğretilirdi okulda da, evde de bize. Ve ben engizisyon, mezhep savaşları gibi kitaplarda okuduğum şeylerin bir daha tekrarlanmayacağına kanaat getirir, 'güvenli' 20'nci yüzyılımdan, en azından benim doğduğum ikinci yarısından memnun mesut uykuya dalardım.
Sonra sonra sosyalizmden haberdar olunca iyice kendime güvenim gelmişti. Bilimsel bilgi toplumsal düzeni, siyaseti, ekonomiyi biçimlendirip belirleyebilirdi. Akıl kazanacaktı, aklın yolu da "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" diyordu, diyecekti hep bundan böyle.
20'li yaşlarımın ilk yarısında Edward Hallett Carr'ın 'Tarih Nedir?' ('What is History', 1961) adlı kitabını yuttum resmen. Kitaptaki bir metafor çok hoşuma gitmiş, rahatlatmıştı beni. Tarihteki sapmalar, raydan çıkmalar bir bardak suya daldırılmış bir kurşun kalemin görüntüsündeki kırılmaya benzetiliyordu. Yani tarihte, tarihin yönünde bir kırılma yoktu, sadece biz bardağın dışından öyle görüyorduk. 12 Eylül 1980'de sol sosyalist toplumsal muhalefetin uğradığı yenilgiyi ve cunta döneminin baskı ortamını, ülkemdeki bu büyük kırılmayı epey bir zaman böylesi bir göz ya da algı yanılsaması gibi kabul ettim.
20'li yaşlarımda felsefeye de dalmıştım Marksizm'in etkisiyle. Ağırlıklı olarak çağdaş şeyler okuyordum gerçi. Louis Althusser'in 'Lenin ve Felsefe' (Lénine et la Philosophie, 1968) kitabı elimden düşmüyordu bir ara. Evet, felsefenin işlevi bu olabilirdi şimdilerde, bundan böyle. Althusser'in dediği gibi: Bilimsel bilgi ile politika arasında taşıyıcı, aracı, aktarıcı, tercüme edici bir köprü.
Daha sonra Jürgen Habermas'ın felsefenin yeni işlevi için 'vali (Statthalter)' kavramını kullandığını -'Moralbewusstsein und kommunikatives Handeln' ('Ahlâk bilinci ve İletişimsel Davranış') adlı 1983 tarihli kitabında- okudum ve bundan da çok hoşlandım. Aklıma yattı. Evet, felsefe bilimin ve siyasetin alanına insanlığın, insan aklının atadığı vali olarak görülebilirdi.
1992 yılında yayımlanan 'Şehrin Surlarındalar' adlı kitabımda Gorbaçov ve Glasnost üzerine yazarken (Filozof ve Çocuk, sayfa 19-24) felsefenin bu iki işlevi, bilimsel bilginin siyasete aktarımı ya da bilimsel bilgi ile siyaset arasında bir tür valilik, velayet işlevleri üzerinde epey durmuştum.
12 Eylül darbesi sonrasında gece sokağa çıkma yasakları sırasında ürettiğim bir fantezim vardı. Pencereden bakarken, sigara içerken kapıldığım. Hep aynı sahne ve aynı fon müziği. Bir Orta Avrupa kentinde (Almanya ya da Avusturya'da) büyük, neoklasik bir evin salonunda 1930'ların kıyafetleri içinde genç bir kadın. Perdenin arasından sokağa, geceye bakıyor. Arkası bana dönük. Ve arkada bir arya çalıyor. Wagner olabilir mi? Gerçi aryaları daha çok ben seçiyordum fon için. Kadın tedirgindir, mutsuzdur; belki de ya da kuvvetle muhtemel korkuyordur. 1930'ların ikinci yarısı olmalı yani.
1985'te Michel Foucault'nun 'Bilginin Arkeolojisi' ('L'Archéologie du savoir', 1969) adlı kitabında 'episteme' kavramına rastladım. Ben bu kavramdan, belirli bir dönemde bilginin tümünün ve her türünün üretildiği ortamı anlarım. Althusser de, epistemolojik kopmalardan bahsederdi. Bu kavramlar bana güven veriyordu. Epistemolojik kopuşlar olmuştu, dünyanın geniş bir parçası bilimin, felsefenin ve toplumsal mücadelelerin aydınlattığı bir episteme'nin kapsamındaydı artık. Eski çağlar eskiydi, geçmiş geçmişti. Geleceğe yürüyordu dünya halkları.
Ha, bir de koskoca sosyalist blok vardı önümüzde. Çok eleştirirdik ama sempatimiz de büyüktü. Bir güven verirdi alttan alta. Hâlâ öyle hissederim. Eski fotoğraflara bakarım, sosyalist ülkelerde çekilmiş. İyi bir şey hissederim, hoş bir şey, bakarken. Hele Yugoslavya. İç savaş sırasında oradan uzakta, burada olsam da çok acı çektim. Birkaç öyküm Yugoslavya'ya dairdir. Hâlâ "sosyalist blok çökmeseydi farklı olurdu bu çağ" diyenlerdenim galiba, evet.
"Bardakta su yokmuş, kalem sahiden kırıkmış" diye düşünüyorum bazen bugünlerde. Dünyanın gidişine, siyasetin ortamına, sağ popülizmin yükselişine, mezhep savaşlarına, dinci teröre, ırkçı saldırılara baktıkça.
Nicedir Türkiye'den Türkçe'ye sığınmış biriyim ben. Daha önce de söylemiştim.
Bilim yenildi, politika kazandı. Felsefenin köprüsü çöktü. En azından dünyanın geniş bir parçasında, handiyse tamamında, şimdilik durum bu.
Dedim ya, Dil'e, edebiyata sığındım ben. Burası iyi.