Orası benim caddem; Halaskârgazi Caddesi. Hrant’ın yattığı yer hani. O kaldırımdan sabah akşam yürürüm ben.
Onun şimdi yattığı yerin hemen yanındaki simithanede çay yudumlarım. Burası benim caddem yani. Şimdi ne olacak, peki? Ne yapacağım ben? Nasıl unuturum kardeşimin acısını? Ne kadar sürer? Daha ne kadar köşesi, kaldırımı olacak, birikecek bu şehrin, her geçtiğimde içimi yakan böyle?
Pascal’ın dediği çıktı işte nihayet, çıkmıştı çoktan: "Bir şehirde uzun bir süre yaşamışsanız, artık o şehrin her köşesi bir acınızı tazeler."
Doğru. Hele bir de bu şehir güzelim İstanbul ise. Hele bu şehirde 70’leri, 80’leri, 90’ları ve 2000’leri yaşadıysanız. Yaşıyorsanız. Hâlâ yaşıyorsanız. Hâlâ aynı şeyleri... Aynı acıları... Aynı faşistlerle... Aynı şehirde...
Ne çok kalp kırdı bu düzen bu topraklarda?
Burası benim şehrim. Umursamadan o faşistleri, unutmadan kardeşlerimizin acısını, yürümeye devam o halde. Burası benim ve Hrant’ın şehri çünkü. Şehrimiz.
Tamam, şehrimiz de bu şehir, bu şehir bizim şehrimiz de, peki, ben bu şehrin bir başka caddesini, İstiklal Caddesi’ni ilk gençlik yıllarımızda birlikte yürüdüğüm sınıf arkadaşlarım Rita’nın, Saro’nun, Vart’ın kırılmış kalbini nasıl tamir ederim, edebilirim bundan böyle? Nasıl eğmem başımı önlerinde? Nasıl yere bakmam? Nasıl hep bir şeyleri yine de ertelemiş, bir yerlerde yine de ihmalkâr davranmış hissetmem kendimi?
Ne çok kalp kırdı, kalp kırmış, kalp kırıyor hâlâ bu düzen bu topraklarda. Bu siyaset. Bu resmi ideoloji. Ne çok katil saldı sokaklara. Saldılar. Ne çok arkadaşın arasına girdi. Ne çok insanın başını önüne düşürdü utançtan. Ne çok arkadaşımızı kanlar içinde kaldırımlara düşürdü.
Bu gidişle, bu gidişlerle bir gün, kıra kıra kalbini kardeşlerimizin, bu toprakların diğer halklarının, ortak sahiplerinin, korkutup kaçıra kaçıra onları da sonunda, yalnızlığımızın, kendi yalnızlığımızın karanlığında, yan yana koyup terliklerimizi ideolojik bir deliliğin girdabının kıyısına, sayıklaya sayıklaya hep aynı şoven saplantıları, tehir edeceğiz kendimizi gelecekten, geleceğinden bir ülkenin. Müntehir bir toplum olacağız.
Artık hepimiz daha yalnızız
Hrant’ın ölümü bana, bize, bugün, bu akşam, acı kadar yalnızlık da hissettiriyor. Bu akşam biraz daha yalnızım şehrimde. Caddemde...
Bu akşam hepimiz biraz daha yalnızız.
Hrant yazdıkça bu ülkede o kadar yalnız değildik, değil mi? Sanki yalnız değildik. O kadar çok gidenine rağmen bu ülkenin...
Yalnız olmadığımız için korkmazdık o kadar, Hrant yaşadıkça bu topraklarda. Hâlâ yaşayabildikçe Hrant...
Musa Anter’in İstanbul’a gelişleri gibi kalabalık olurdu şehrimiz Hrant’a rastladıkça, mesela Valikonağı Caddesi’nde... Şimdi yattığı yerin oralara yakın...
Oysa ne kadar yalnızız şimdi bu akşam.
Şimdi oturup Tatyos Efendi’nin Kürdili Hicazkar Saz Semaisi’ni dinlesek de bir kenarda, çay bardaklarında rakı, geçmiş ola.
Geçtiler, gittiler, gidiyorlar birer birer.
Ve biz Hrant da gittikten sonra bir gün, bu şehirde, bu ülkede, bu koca dünyada yalnızlığımıza çare bulamıyoruz.
Ne şarkıda ne rakıda çare.
Hrant, bizi bir kardeş kaybının acısı, nerede olduğunu saptamakta zorlandığımız ihmalkârlıklarımızın utancı ve derin bir yalnızlığın dehşeti ile bırakıp gitti.
Aynı başkaları gibi.
(Bu yazımı Hrant Dink’in katledilişinin hemen ardından yazdım ve ilk kez Birgün gazetesinde yayımlandı.)