Ne mutlu hayatını eğilip bükülmeden yaşayanlara! Fiziksel olarak yaşlandıkça sırtınızda bir kambur çıksa da, iki büklüm olsanız da artık yürürken -ki Alpay’da (Nazikioğlu) bu da olmamış bakıyorum da- , zihin, bilinç ve onur, özgür düşünce bir de, yukarı çeker sizi, doğrultur, diker gövdenizi. Başınız göğe de erer daha yaşarken, evet.
Defalarca yazdım, insan ruhunun fiziksel bir ergonomisi vardır. Başkaldırı, isyan, boyun eğmeme, dik duruş, başını dik tutuşun ergonomisi. İki ayağının üzerine dikilmiş insanın gövdesine uyan, bu duruşla uyumlu zihinsel ve duygusal tutum. Ne terstir oysa fiziğine, iki ayak üstünde dik durabilen gövdene, bireyliğine o el pençe divan duruşlar, ceket ilikleyişler, boyun eğişler, baş eğişler, “aman efendim sepet efendim”ler, ne uyumsuzdur, ne estetik dışı. Rahat ettirmezler, ettirmemeyi denerler belki, ama sen kendi bilincinde, kendi ruhunda ancak bu ergonomik duruşta rahat edersin. Budur sana uyan, yakışan.
İnsan anatomisinin bu yakışıklı ayağa kalkışı, ayakta duruşu, sırımlığı, fidanlığı Alpay’ın kendimi bildim bileli imgesinin belirleyicisiydi. Yüzünün bütün hatları da sanki bu inceliğe, bu doğrusallığa uyar gibi ince, keskin ve çizgiseldi ya da gençliğinin zayıf, incecik hali ve bu yüz hatlarıyla sahnedeki Flamenco pozu (kariyerine de ilk İspanyol şarkılarıyla başlamıştı zaten) birleştiğinde böyle uzun, böyle sırım gibi görünürdü bize. Meğer ki, bütün bu uzun ve güzel yaşamında, bu sırım, fidan gövdenin içindeki bilinç de öyle dik, öyle doğru, öyle ergonomikmiş. Sonradan haberim oldu. Pek öne çıkarmamıştı bunu.
Ama sesi de, müzikal stili de öyle değil midir zaten Alpay’ın. Sesi biraz derinden gelir, Türkiye solist vokallerinde pek rastlanmayan bir akustik tevazu ile enstrümanların gerisine olmasa bile yanına, eşitine yerleşmiş, oryantal titrek nağmelerden çok Latin havasında dramatik, eşit, tıknefes çekmeler, uzatmalar notaları…
Fidan Alpay… Yönelimi yeni günün ışığına…
Sırım gibi… Tek esnemesi yukarı doğru… Onura doğru…
68‘in İstanbul’u…
Geçen yıl yazdığım bir yazımda 68 hareketinin İstanbul’a gelişini hatırlıyordum:
O yıllarda ilkokula yeni başlamış bizler için İstanbul, Beyoğlu’nda, Gümüşsuyu ile Fındıklı arasındaki mahallede 68 müzik ve dansla başladı, korku ve şiddetle bitti. Yokuşu çıktığınızda İstanbul Teknik Üniversitesi hemen oradaydı, aşağı indiğinizde Güzel Sanatlar Akademisi’nin önündeydiniz. Demirel iktidarı için tam bir “yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal” durumu, biz çocuklar içinse tam bir şenlik, hayranlık. Politikanın p’sini bilmeden önümüzde 68 hareketinin politikayı genişleten ufkunu görüyor, tanımlayamadan bir şeyler sezinliyor, o geniş bahçede biraz daha kalmak için annemize yalvarıyorduk. “Demek buydu hayat, aşk”. Sonra karardı ufuk, biz de eve girdik. 12 Mart.
Oysa öncesinde, o güzel Mayıs’ta Kadriye hanımteyzenin kızı Suna, anneme sipariş üzerine Londra’dan yemyeşil ekose bir naylon yağmurluk getirmişti, mini. Karşımızdaki Kıpçak apartmanının üçüncü katındaki Faik beyamcaların kızı Ayşe, açık pencereden evlerinin içine bakıyordum ki, portmantonun aynasının önünde deli gibi dans ediyordu. Aynı müzik, aynı apartmanın bodrum katındaki “bekârlar”dan da gelmeye başlamıştı. Ve yine aynı apartmanın, Kıpçak apartmanının, üçüncü katına Yaşar Kemal diye bir dev taşınmıştı. Bir süre sonra o katın salomanjesinin duvarları kırmızıya boyanacak ama birkaç yıl sonra bir sabah uyandığımızda da işte annemler Kıpçak apartmanının basıldığını konuşuyor olacaklardı. Bir önceki yaz da okulun duvarları üstünde müzik yapan abiler ablalar olmamıştı zaten ve geceler sessiz geçmişti. Sokağa bırakılmıyorduk. Mart soğuğu.
60’ların ikinci yarısında Avrupa metropollerinden esen rüzgâr mahallemize müzik ve dans getirmişti. Annelerimiz, babalarımız abilerimize, ablalarımıza “hippi” diyordu artık. Gazetelerde Romalı Perihan haberlerinden çok Hippi Perihan haberlerini görüyorduk. Anlam vermeye çalışıyor, birbirimize bir şeyler fısıldıyor, kıs kıs gülüyorduk. Gittiğimiz ilkokulun, Namık Kemal İlkokulu, bahçe duvarlarında sıcak Mayıs akşamlarında, sonra yaz geldiğinde her gece abiler gecenin ilerleyen saatlerine kadar gitar çalmış, ablalar içlerine küçük taşlar doldurdukları vim kutuları ile onlara tempo tutup dans etmişti. Halamın kızları saçlarımı alnımdan aşağı doğru tarıyor, “seni bitıl yapıyoruz” diyorlardı gülüşerek. 68 mahallemize müzik ve dansla geliyordu, dediğim gibi, siren sesleriyle gidecekti. Götürülecekti. (Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 68’in 50’nci yılı sayısı, Mayıs-Haziran 2018)
Alpay’ın müzikal kariyerinin başlangıcı da o müthiş baharın hemen öncesine tarihlenir (1964). Abilerimin, ablalarımın müzikal ve siyasal sokak resitalinin repertuvarındaydı o da. ‘Fabrika Kızı ‘(Söz ve müzik: Bora Ayanoğlu) Alpay’ın sesinden dillere dolanırken, Anadolu Rock’ın pastoral yüceltimlemeli protestinin karşısında toplumsal gerçekçi, kentli Türkçe Pop da uç vermiş oluyordu o dönemde (1970).
Alpay bildik anlamda çok fazla protest şarkı yapmadı ama. Aşkı anlattı öncesinde ve sonrasında daha çok. Kendini aşkla tanımladı. Fakat bazen bir dokunuş, bir söze, bir şarkıya; konjonktürün bir dokunuşu, bir fırça darbesi geri plandaki fona, bütün bir hayata yayar o tablodaki ışığı. ‘Fabrika Kızı’ müzik listelerinde yükselirken, fabrikalarda da işçi eylemleri yükseliyor ve 15-16 Haziran 1970 ayaklanması Büyük İşçi Direnişi olarak tarihe geçiyordu.
1935’te doğmuş. 84 yaşında. Ve sahnede baharla yazı, Deniz, Yusuf, Hüseyin’i, o üç fidanı, Berkin ile bir cümle içinde bir araya getiriyor işte. Bahar ile yazı bitiştiriyor şimdi.
Kirlenmeden yaşamak için hayatına sondan bak!
İnsan anlatısız, öyküsüz yaşayamaz. Her insan hayatını, yaşarken yazdığı bu anlatısıyla, öyküsüyle anlamlandırır.
İster bir fabrikada bantta çalışsın, ister pistte otomobiliyle yarışsın, savaş alanında adam öldürsün ya da hastanede hayat kurtarsın, herkes hayatının sonundan bakar kendine, yaptıklarına. İster çoluk çocuk, torun torba sahibi olsun ve onlara anlatacak olsun, isterse bir huzurevinde hemşirelere ya da duvarlara konuşacak olsun, herkes hayatını bir anlatı, bir öykü, bir efsane gibi algılar, algılansın ister. Herkes hayatını bir gün anlatmak üzere biriktirir. (A. Tulgar, Tam Yakalandığımız Yerden, 2004)
Evet, eğer şu hayatta kirlenmeden yaşamak istiyorsan, hayatına sondan bakmaya çalışacaksın, son anını tasavvur edip hayatının, son anındaymış gibi hayatının, kendini projekte ettiğin o tasavvurdan bugününe bakacaksın. Gidiyorsun ve geriye baktığında ne görüyorsun? Bugününe baktığında? Değecek mi? Değmez. Dik dur. Böylesi iyi, böylesi ergonomik.
Alpay da hayatının, gençliğinin öyküsüne sahip çıktı 84’ünde. Öyküsünde eksik, gedik bırakmadı. Kuşağının anlatısına bir gam daha ekledi. İlk nota ile son notayı eşitledi. Ömrünün sonbaharında kendini o unutulmaz ilkbaharın esintisine, o yazın titreşimlerine açtı bir kez daha.
Biz, Türkiyeliler, öyle bir yakın tarihten geliyoruz ki, kolay mıdır bizim için artık Eylül’de Gel’i toplumsal bir kasvet ve siyasal bir umutsuzluk hissi olmadan içimizde, dinlemek? Şu sözleri Alpay’ın o güzel şarkısındaki: “Okul yolu sensiz, ölüm kadar sessiz, geçtim o yoldan dün, içim doldu hüzün”
O sonbaharı da gördük. Ama bak, unutulmadılar.