Sosyal medya platformlarında bir süredir akıl sağlığını yitirmekten korktuğunu ya da yitirmeye ramak kaldığını, en hafifinden akıl sağlığını muhafaza etmekte zorlandığını söyleyen kullanıcıların haykırışlarını, seslenişlerini okuyoruz (ya da “duyuyoruz” mu demek gerekir burada?).
Elbette biraz abartı içerse de ya da sosyal medyanın söylemsel karakteri sebebiyle kendiliğinden ironiye dönüşse de hiç de boş beleş şeyler değil bunlar. Toplumda (ya da nüfusta, kalabalıkta) belli bir kesim, ülkedeki yaşantının nasıl irrasyonel bir hal aldığının, nasıl hızla akıldışına çekildiğinin ya da çektiğinin farkında ve akıldışı da çoğunca bir uçurum imgesi ile birlikte geldiği için, bu uçurumun kenarında kendi yankısına sığınmak için bile olsa sesleniyor, buradan bir ses veriyor.
Akıl sağlığını korumakta zorlanıyor olduğunu söyleyenlerin sosyal medya ile sınırlı olduğunu sanmam. Şehrin sokaklarında, işyerlerinde, çarşıda pazarda da “aklıma mukayyet olmalıyım” diye içinden kendi kendine telkinde bulunan çok sayıda insan dolaşıyor olmalı şu sıralar.
Panik yok, çevrenize bakıp delirmekten korktuğunuz sürece siz delirmeyeceksiniz. Çünkü etrafınızdaki irrasyonalizmin farkında olmanız, oraya doğru çekilmekten korkmanız, sağlıklı olduğunuza işaret ediyor. Sadece Türkiye irrasyonalizmi şu sıralar had seviyede. Ama hep az çok böyleydi burası. Olan bu yani.
İmparatorluk-sonrası travma
Benim Türkiye’deki bu “kurumsal irrasyonalizmi”, “kurumsallaşmış akıldışılığı” keşfedişim ise edebiyat üzerinden olmuştur; Thomas Bernhard okurken…
Thomas Bernhard, Avusturya’nın bir zamanlar bir imparatorlukken, sonrasında coğrafi olarak görece dar bir alana sıkışmasının, büzüşmesinin toplum üzerindeki travmatik etkisini ve bu etkinin yol açtığı büyüklük deliliğini (Grössenwahnsinn) imparatorluğun o bir zamanlarki törensel ve heroyik estetiğini sahnede, kostüme dönem operetleri, operalar ve tiyatrolar yoluyla koketleştirerek yaşadığını (ve belki de böyle yaşatarak aşmaya, hafifletmeye çalıştığını) anlatıyordu. Bu bana Türkiye’yi düşündürdü hemen…
Türkiye de imparatorluk sonrası travmasını en ağır biçimde yaşamıştı, yaşıyordu. Türkiye, bu travmayı Cumhuriyet tarihi boyunca bir türlü bir sahneye yerleştirip sınırlayamamış ve bu yüzden de bu defa bütün bir ülke büzüşme sonrası oluşan o büyüklük kompleksinin oynandığı dev bir sahneye dönüşmüş olabilir miydi?
Türkiye kurumsal ve toplumsal hayatında sık sık tezahür eden gerçeklikten kopma ve böylelikle akıl dışına savrulma durumunun sebebi, imparatorluk sonrası oluşan komplikasyonun estetik üzerinden stilize edilerek sağaltılmaya çalışılmamış, bunun yerine kitsch bir gündelik hayat nostaljisi, siyasi ve ideolojik bir hamaset olarak sokağa salınmış olması mıydı?
Türkiye, irrasyonalizmi istiyor
Seneler sonra yazdığım Trajik Nüans (Can Yayınları, 2016) adlı kitabımda yer alan “Oyundan Sonra” öykümde anlatıcı kahraman, öykünün diğer kahramanı olan ve yıllar sonra Avusturya’da buluştuğu arkadaşının Türkiye’ye dair “Nasıl bu kadar irrasyonel davranabilirler, bunun sonu ne olacak?” sorusuna, "Bence Türkiye bu irrasyonalizmi istiyor" diye cevap verir ve devam eder:
"Hani Thomas Bernhard, Avusturya'nın imparatorluk geçmişinden sonra bu topraklara büzüşmüş oluşundan kaynaklanan büyüklük kompleksini tiyatro ve operet sahnesinde yeniden üreterek yaşadığını söyler ya, aslında o sahnelerde muhafaza altına alarak bir kapsül içine hapsetmiş bence Avusturya bu irrasyonel kompleksini. Bu yüzden de rasyonel kalabilmiş. Tabii bir ülkenin kalabileceği ölçüde. Türkiye'nin ise böyle sahnelere ihtiyacı yok. Serbest bırakmış devlet Türkiye'deki bu aynı kompleksi. O zaman da gündelik hayat, sokaklar, meydanlar, stadyumlar, siyaset, her yer bir sahne olmuş işte. Büyük bir tiyatro oynanıyor orada. Ve biz bütün o yüzeysel eleştirilerimizle, güdük muhalefetimizle, dönemsel isyanlarımızla filan sadece oyun dışı kalıyoruz. Buna yarıyor hepsi. Halk bugünkü bu irrasyonalizmden pek memnun. Bunu arzu ediyor."
Halkın ne kadarı bu irrasyonalizmden memnun, bunun takdirini size bırakıyorum ama Türkiye’deki sağ iktidarların tamamı siyasi hamaset söylemlerini bu irrasyonalizmin zemininde kurdu. Altemperyalist (subemperyalist) vizyonlarının peşindeki Turgut Özal’ın Türkiye siyaset diline pelesenk ettiği “neo-osmanlıcılık”ta özlenen formülasyonunu bulan bu ideolojik kitsch, bu irrasyonel nostalji bugünkü iktidar tarafından artık büyük ölçeklerde yeniden üretiliyor, siyasi söylevlerden televizyonlardaki kostüme dizilere, stadyumlardan tuğralı kılıçlı yeni zengin ofislerine, nargile kafelerden kent mimarisine toplumsal hayatın en geniş ölçeğinde bolca kullanılıyor.
Travma toplumuna içerik üretmek
Bugünkü hükümetin en büyük başarısı bu ‘travma sonrası irrasyonalizmi’nden bir yönetme, hegemonya ve rıza üretim teknolojisi damıtabilmiş olması herhalde. Bu teknoloji salt biçim, salt temsil üreten bir teknolojidir. Otoriteryan siyasi söylem bugün Türkiye’de idealine, nihai hedefine ulaşmış gibi görünüyor artık. Bütün iktidarların özlediği, ulaşmak istediği siyaset haline: İçeriksiz, katışıksız, saf biçim. Bu saf biçimcilik de ancak gerçekliği umursamayan, salt tören ve temsile yerleşmiş bir kalabalıkla mümkün olabilirdi. Bu kalabalık da ülkede epeydir mevcuttu zaten.
AKP, bu biçimciliği araçsallaştırırken üzerine bir de iletişim biçimi oturttu. Salt, saf biçimlerle süren, içerik aranmayan bir iletişim biçimi bu. Bu da şöylesi bir sonuç veriyor: AKP yetkili ya da sözcülerinin anında medya tarafından “hipermedyatize” edilen söylev ve demeçleri bütün toplum tarafından aynı düzeyde algılanmıyor. Muhalif kutup, söylenenin içerik olduğunu var sayıp üzerine tartışır ya da tepki verirken taraftar kutup, partiden gelenin saf biçim olduğunun farkında. İletiyi alıyor ve bunun bir biçim olduğunu bildiği için de üzerine düşünmeden, bir içerik aramadan ve tam da bu yüzden bir buyruk gibi hissederek bu biçimsel iletiyi bir kez daha ve bu kez kitleselleşmiş olarak tedavüle sokuyor. Otorite katında üretilen söylem içeriksiz bir işaret, saf biçim halinde bir ileti olarak, özlenen, hedeflenen rızayı tartışmaya mahal kalmadan üretiyor böylece.
Her türden ticari kuruluşun artık birer internet sitesinin olduğu şu dönemde bu siteleri dolduran içerik üreticisi (content creator) diye bir meslek grubu, böyle bir yazarlık altbiçimi oluştu.
Kavram olarak hayli işlevsel bir ad bu. Muktedir siyasetin içeriksiz bir biçim olma nihai hedefine ulaştığı ve durmaksızın rıza ürettiği, tartışılmaz bir hegemonya kurduğu yerde, muhalif siyasetin öncelikle yapması gereken de bir içerik üreticiliğidir artık işte. Edebiyata, bilime, felsefeye yönelmek mesela. Bunlarla siyaset yapmak.