Hayatın akışı içerisinde çoğu kez zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamayız. Kendimizi hayat gailesine kaptırıp olup bitenlerin hem bizim hem de çevremizdekilerin hayatlarında ne gibi izler bırakmakta olduğunu fark edemeyiz. Bir açıdan bu son derece doğaldır çünkü önceliklerimiz açısından baktığımızda yeme-içme, güvenli bir ortamda barınma gibi ihtiyaçlarımız gelmektedir.
Öte yandan hayatımızı sadece bu ihtiyaçları giderme doğrultusunda harcamaya başladığımız anda ise tekdüzeleşen bir ritmin içerisinde bulma ihtimalimiz de bir hayli fazla olmaktadır. İşte böylesi anlarda bir zamanlar gün dönümlerini bile ezbere bildiğimiz hallerden evlilik yıldönümlerimizi bile unuttuğumuz hallere gerileriz. Hayat, size sürekli olarak yeni sürprizleri içerisinde bambaşka pencereler açar ve bu sırada elinizin altında yer alanların değerini görmemeye başlarsınız. Özel olanın sizin kendiniz olduğu ve sizin yapıp ettiklerinizle oluştuğu gerçeğini de yavaş yavaş gözden kaçırma aşamasına geçersiniz.
Oysa içine sokulduğumuz tüm yarışların ve tüm sınavların arkasındaki asıl saik bizatihi kendimizizdir. Aslında her şey bizim içindir ve bu durumu idrak etmeye başladığımız andan itibaren hayatımızın akışı da başka bir mecraya doğru geçmeye başlamaktadır. Aile yaşantımız içerisinde hepimize sürekli olarak, etrafımızın bir başka deyişle el âlemin ne diyeceğine kulak asmamız gerektiği öğretilir. Bu öylesine baskın bir sosyalleşme sürecidir ki, belirli bir aşama sonrasında kendimizden ziyade hep el âlemin ne düşüneceği ön plana geçmeye ve buna göre yaşanmaya başlanır! Halbuki bir kez geldiğimiz bu dünyada yaşadıklarımızın da yaşayamadıklarımızın da günahı da vebali de bize aittir. Yaşadıklarımızın veyahut yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızın da sorumlusu bizizdir!
Öğretilenler ve denenmiş olanları tekrarlamak bir anlamda güven içerisinde bir hayat sürmeyi de garanti altına almak demektir. Çoğumuz da tam da bu nedenlerle tüm aykırı söylemlerimize karşın bilindik hayatlar yaşamayı tercih ederiz. Kendi anne ve babalarımızın uygun gördüğü eşleri kendimize hayat arkadaşı olarak almayı, tercih etmemiz de bu açıdan bilindik bir durumdur. Son derece zor olan bir kurumu, idealize bir hale dönüştürmek ve ardından buradan mutlu ve mesut bir yuva yaratabilmek o kadar da kolay bir durum olmasa gerektir.
Buna karşın her birimiz bu ‘kutsal’ yuvanın çıtalarını çaktığımız nişanlanma süreciyle birlikte artık başka bir kişiliğe bürünüveririz. Buradan sonra bekar hayatının ve bu hayatın gereklerini sürdürebilmemiz mümkün değildir. Başta anne ve babalarınız olmak üzere herkes bu konuda size ‘ayar’ vermeye başlar. Artık sen nişanlı bir adamsın/kızsın ve ona göre davranmalısın cümlelerini çok daha sık duymaya başlarsınız. Amiyane ifadelerle tek tabanca hareket etmeniz artık mümkün olmayacaktır. Kafanıza göre hafta sonu arkadaşlarınızla plan yapma ihtimaliniz suya düşmüştür. Bu dakikadan sonra ne yapacaksanız çift olarak yapmalı ve hayatınızı buna göre yönlendirmeyi öğrenmelisinizdir.
İşte tam bu noktada kutsal aile kurumunun handikapları da başlamıştır. Bir ve bütün olmak üzerine kurduğunuz yuvanızın, evlilik sonrası sıkıntı yaşanmaması için nefes alınabilecek zamanlar yaratmak gerekir. Birbirini tanımayan ve tanımak için bir araya gelen çiftlerimizin, evleninceye kadar beklenen tanışıklığı gerçekleştirmeleri mümkün olmayacaktır. Bu yüzden de bütün atfettiğimiz değerlere karşın, birbirlerini evlendikten sonra tanımaya başlayan çiftlerin, evlilik denilen kurumu yürütmekte zorlanmaları adeta kaçınılmaz bir durum olacaktır. Son yıllarda bu duruma çok daha hızla tüketilen sevgi kavramını ve ekonomik zorluklarla birlikte sabırsızlığımızı da eklediğimiz vakit, boşanma oranlarının giderek yükseldiği bir dönemin bizi karşıladığını görebiliriz.
Ülkemizde evlilikler sadece çiftler arası gerçekleşmez/yapılmaz. Aynı zamanda bu çiftlerin aileleri de birbirleriyle evlenirler. Evliliğe dönük ilk adımın atıldığı andan itibaren işin içerisinde ailelerin de olduğu bir tablo, bizi karşılamaya başlar ve bu durum ailelerimizin büyük bir çoğunluğunda hiç ama hiç değişmeden aynen kalır. İstisnai durumlar mutlaka yaşanır ancak büyük bir kısmında nişan, düğün törenlerinin nerede yapılacağından, takıların ne olacağından başlayarak, hangi evde oturulacağına(kime daha yakın olacak?) ve çocuğun isminin ne konulacağına dek bir dizi konu üzerinde çekişme yaşanır. Türkiye’de erkek egemen bir aile yapısı olduğundan söz edilmekle birlikte son sözü söyleyenlerin özellikle de ilerleyen yıllarda belirleyici olanın annelerimiz olması durumu şaşırtıcı gibi görünebilir. Buna karşın bu durum özellikle erkek çocuklarını paylaşmak istememe durumu gibi bir ihtimali de beraberinde getirir.
Ülkemizde pek çok erkeğin annesi ile karısı arasında kalması ve sıkıntılar yaşaması alışıldık bir durumdur. Ne yardan ne de serden geçmeden hayatını sürdürmeye çalışmak zor olduğu kadar bazen imkansız bile olabilmektedir. Şöyle bir etrafınıza dikkatle bakın ve özellikle miras kavgası yaşamayan ne kadar az sayıda arkadaşınızın olduğuna eminim siz bile şaşıracaksınız!
Oysa kendi yuvanızı kurmak için yola çıktığınızda beklentilerinizin ne kadar farklı ve ne kadar çok alışılmadık olduğunu hatırlayın. Sevmek, ideallerinizi gerçekleştirmek için hayatınızı birleştirmiştiniz ve kendinize ait bir yuva inşa etmiştiniz. Burası sizin kalenizdi ve hakimiyet size aitti. Zamanla burayı cennet veyahut cehennem haline dönüştürmek de yine sizlerin ellerindeydi. İyi günde ve kötü günde diyerek birbirinize söz vermiştiniz, eğer bu sözünüze sadık kalır ve birbirinize olan güveninizi sürdürmeyi başarabilirseniz, karşılaşacağınız zorluklarla mücadele edebilme azminiz çok daha güçlü olacaktır. Bunu başaramadığınız takdirde ise arada çocuk/çocuklar olsa bile geminin su alması ve batması kaçınılmaz olacaktır.
Alman Sosyologlar Beck ve Beck Gernsheim1 çiftine göre sevgi, insanların gerçekten kendilerini bulabildiği, başkalarıyla bağ kurabildiği tek yerdir. İçinde yaşadığımız belirsizlikler ve tehlikeler dünyasında, sevgi gerçektir. Günümüzdeki ‘cinsler savaşının’, insanların ‘sevgi açlığının’, olanaklı en açık belirtisi olduğunu ileri sürmektedirler. İnsanlar sevgi uğruna evlenip sevgi uğruna boşanırlar; umut etme, pişman olma ve yeniden denemeden oluşan sonsuz bir döngünün içine girerler. Erkekler ve kadınlar arasındaki gerilim yüksek olmakla birlikte gerçek sevgiyi ve doyumu bulma olasılığına ilişkin derin bir umut ve inanç hep kalır.
Yıl dönümleri özeldir ve tüm özel günler gibi daha hassas bir kalıp içerisinde yaşanılması gerektiğini bize öğretir. Böylesi zamanlarda elinizden geleni yapabilmek ve bunu yaparken de aslında sevginizi ortaya çıkartabilmeniz mühimdir. Teferruat kavramı önemlidir ancak belirleyici olan sizlerin düşündüklerini ortaya koyabilme yeteneğiniz ve söylediklerinizdir. Evlilik yıl dönümlerinizi de özel kılan aslında sizlerin bugüne atfettikleriniz olacaktır.
Hayatınızın her alanında olduğu gibi burada ve bugün içerisinde de belirleyici olacak olan kişi siz olacaksınız. Mutluluk olan değil oluşturulan bir şeydir ve mutlu olmak istiyorsanız, mutlu etmeyi ve mutlu olmayı da denemelisiniz. Geçmişteki pişmanlıklarınızı ortadan kaldıramayacağınıza ve yarın ne olacağınızı bilemeyeceğinize göre, şu anda yaşadıklarınızın kıymetini bilmeli ve hayatınızın yol arkadaşına da bunu hissettirmelisiniz. Yıl dönümleriniz bu açıdan uzun bir yolculuğa çıktığınız evliliğinizin molaları gibidir ve buralarda hissedebileceğiniz keyifli dakikalar, ilerleyen aşamalardaki zorluklarla mücadelelerinizde size motivasyon olarak geri dönecektir. Seven ve sevilen bütün yol arkadaşlarına, hayatı paylaşan bütün çiftlere keyifli yıl dönümleri dileklerimle.