Ahmet Talimciler

15 Aralık 2020

Yaşananların sorumluları her zamanki gibi yok!

Bu ülkenin farklı kentlerinde farklı partilere mensup belediye başkanlarına karşın yaşanan görüntülerin değişmiyor olduğu gerçeğini unutmamak durumundayız

Bugün T24'ün haberlerine yansıyan "İzmir'de deniz taştı, su altında kalan sokaklar havadan görüntülendi"ğine ilişkin videoyu tıkladığımızda son kırk yıl içerisinde kentlerimizde yaşanan kentsel plan değişikliklerinin bizleri nereye getirdiğini acı bir biçimde yeniden görmüş olduk! Uzun bir aradan sonra dört gün boyunca üstelik aralıklı olarak yağan yağmurun İzmir kentini getirmiş olduğu noktanın bu olması karşısında ister istemez kente dair işlenen suçları bir kez daha hatırlıyorsunuz. Ne yazık ki kentlerimizin planlı, sağlıklı ve içinde bulunduğumuz deprem kuşağına hazırlıklı bir hale büründürmeyi beceremedik. 1950'li yıllarda başlayan köyden kente göç sürecinin yaratabileceği etkileri öngörecek araştırmaları ya hiç yaptırtmadık ya da yapılanları kulak arkası etmek suretiyle durumu idare etmeyi tercih ettik. Tabii bu arada başta sosyoloji olmak üzere sosyal bilimler alanının üvey evlat muamelesinden hiç kurtulamamış olmasını ve önemli çalışmalar yapan sosyal bilimcilerin yaptıklarının hep göz ardı edilmesi gerçeğini de bir kez daha vurgulamalıyım.

1995 yılında yaşanan sel felaketinde 61 kişinin ölümünü dere yataklarına yapılan binalara bağlandığını ve dört saat içerisinde meydana gelen yağış sonucunda müthiş bir tahribatın yaşandığına İzmir'in Karşıyaka ilçesinde yaşayanlar şahitlik etmişlerdi. Dere yataklarını tıpkı geçtiğimiz Haziran ayında Doğu Karadeniz bölgesinde yaşanan sel felaketlerinde gördüğümüz gibi doldurmanın ve suyun akışını engellemenin yarattığı tahribatın sonucuydu meydana gelen felaket. Fakat her nedense bu felaketin yaşandığı yerde çok değil bir beş yıl içerisinde bir zamanların bataklık olarak görülen yerlerin imara açılması ve kentin en pahalı yerleşim yerlerinin buralara doğru kaydırılması süreci başlatıldı. Halbuki Deniz Bostanlısı olarak adlandırılan yerin doldurula doldurula ilerlemesi ile ortaya çıkartılan yerleşim yerlerinde bile her kuvvetli yağmur sonrasında ufak çaplı su baskınlarının yaşandığını buraları tanıyan herkes çok yakından biliyordu. Ve aradan geçen yirmi yıl içerisinde bazıları milyon dolarlara satılan evlerin olduğu bölgede, insanların evlerinden çıkmaları, arabalarının su içerisinde kalmalarını engellemeleri mümkün değil. Çünkü bütün olumsuzluklara karşın buraların imara açılmasına müsaade edenler başta olmak üzere, bu sürecin yaşanmasına katkı veren her kesimin tüm bu olanlarda dahli bulunmaktadır. Fakat bu ülkenin gerçeği olan bir durum yine kendisini bizlere hatırlatmayı sürdürmektir. Tüm bu olanların arkasında her zaman olduğu gibi bir sorumlu bulunmamaktadır! Sorumsuz sorumlular ülkesi olarak, yaşadığımız her türlü olumsuzluğun asıl müsebbiplerinin halk olarak gösterilmesi bu açıdan tesadüf değildir. Ve ne yazık ki halkımız da kentte yaşama edimini gerçekleştirmesine karşın kentli olma ve kente dair görev ve sorumluluklarını yerine getirme konusunda sınıfta kalmayı sürdürüyor.

Bazıları her fırsatta olduğu gibi bu görüntüler sonrasında da olup biteni yerel yönetimlerin beceriksizliğine fatura edeceklerinden dolayı şimdiden bunun önünü kesecek birkaç söylemenin tam sırasıdır. Bu ülkenin farklı kentlerinde farklı partilere mensup belediye başkanlarına karşın yaşanan görüntülerin değişmiyor olduğu gerçeğini unutmamak durumundayız. Çünkü yapılan hatalar ve bu hatalardaki ısrarların ülkenin kentlerini getirmiş olduğu yer ne yazık ki her yağan yağmur sonrasında kullanılan "yaraların bir an önce sarılacağı ve mağduriyetlerin giderileceği" sözleri oluyor. Oysa gerçek anlamda sorumluların cezalandırılacağı bir anlayışı hayata geçiremediğimiz sürece ve buna eşlik eden partizanca yaklaşımlarımızı gerçeklerin önüne geçirme hastalığımıza son vermediğimiz müddetçe tüm bu olup bitenleri aynı şekilde seyretmeye devam edeceğiz.

Sonradan oluşturulmuş olan mekanlar olarak kentlerin kurgulanmasında doğayla savaşmak yerine doğayla uyumu tercih etmemiş olmamızın sonuçlarını her geçen yıl biraz daha fazla hissetmeye başladık. Betonsever bir memleket haline dönüşmenin yarattığı tahribatın hem iklimsel boyutlarda hem de yaşamakta olduğumuz çevreye yaptığı olumsuz getiriler boyutundaki büyük etkisini halen fark edebilmiş değiliz. Kentlerimizin nefes alabileceğimiz bütün yeşil alanlarını imara açık hale dönüştürmek ve ardından ülkenin hemen hemen her noktasında açılacak maden aramalar için kesilecek binlerce ağacı yok farz edebilmenin bir faturası olacağını, yağmurların yağmaması ile hissetmeye başladık bile. Ne yazık ki burada çıkılacak yağmur dualarının bir getirisi olmayacak ve yeşili tahrip etmeyi, doğayı betonlaştırmayı sürdürdükçe, yağış konusunda da sorunlarımız artarak sürecek. Yani önümüzdeki yıllar içerisinde özellikle büyük kentlerimizde barajlardaki su miktarını ve bu miktarın yaratacağı sorunları daha fazla haberlerde izlemeye başlayacağız.

Yerel yönetimlerin istisnasız sürekli olarak yol ve kaldırım yapımını gerçekleştirdiği bir ülkede yaşadığımız gerçeği, özellikle böylesi yağmurlar sonrasında kendisini daha çok hissettiriyor. Mühendislik harikası yollarımızın her yağmurla birlikte su birikintileri içerisinde kalmaları ve kanalizasyon sistemlerimizin her nedense hiçbir işe yaramıyor olması gerçeği de aradan kırk elli yıl gibi zaman dilimleri geçse bile hiç değişmiyor. İnsanlar yok olup gidiyorlar buna karşın evler, mahalleler değişiyor, arabalar çeşitleniyor. Fakat yıllar içerisinde her yağmurun bizlere yaşattığı o makus talihimiz hiç ama hiç değişmiyor. Acaba bunun gerçek sorumlusu kim ya da kimler?

Aşağıdaki fotoğraf 1987 yılına ait ve bugün bir zamanlar deniz olan bu bölge tamamen doldurulmuş vaziyette. Mavişehir denilen bölge ise henüz ortada yok!

Bu fotoğraf ise dün gece denizin taştığı Mavişehir'den.