Geçtiğimiz temmuz ayı içerisinde sayın cumhurbaşkanımız tarafından ortaya atılan yardımcı doçentliğin kaldırılması meselesinde sona yaklaştık. Yüksek Öğretim Kurulu(YÖK) sayfasında yeni düzenleme hususunda bilgilendirmelerde bulunuluyor. Ama buna karşın kafalardaki karışıklık giderilmiş değil! Çünkü doktorasını bitirip kadro bekleyenlerden ziyade halen yardımcı doçent kadrosunda faaliyette bulunanlar açısından durum, beklendiği gibi gerçekleşmeyecek gibi duruyor.
Yıllar önce doktor asistan kavramından vazgeçilerek devreye sokulan yardımcı doçentlik unvanı ile aslında sistem kendisini bir anlamda kurtarmış oldu. Ama yıllar içerisinde bir taraftan nüfusun artması ve buna bağlantılı olarak üniversite sayısındaki artışla birlikte nitelikli öğretim üyesi yetiştirme sorunu, daha büyük sıkıntıları beraberinde getirdi. Üniversitelerimizin dünyadaki benzerleri ile yarışması üzerine kurulu olan anlayış sonrasında ortaya konulan kriterlerle birlikte, nitelik değil nicelik yüceltildi. Bunun ardından gelen ise işi kuralına uydurma doğrultusunda oluşan dergiler, kitaplar, sempozyumlar, bildiriler oluverdi.
Üniversiteyi hiyerarşik kıdem anlayışının içerisinde adeta bir askeri zihniyet üzerinden görme yaklaşımı sonrasında bölüm başkanı, anabilim dalı başkanı, dekan, okul müdürü, enstitü müdürü ve rektör çizgisinde ilerlemenin yanı sıra hiç ardı arkası kesilmeyen bir zincir oluşturuldu. Seçimlerin yapıldığı dönemde rektör adayları tıpkı siyasetçiler gibi vaatlerde bulunmak için üniversitenin bütün birimlerini ziyaret ederler ve başta kadro olmak üzere mavi boncuk dağıtmak suretiyle iş başına gelmeye çalışırlardı.
İşte bu dönemin dikkat çekici unsurlarının başında yardımcı doçentler geliyordu çünkü sayıca fazla ve oy kullanma yetkileri bulunan arada yer alan kesimi temsil ediyorlardı. Bölüm açılmasından tutun da lisansüstü programlara kadar her yerde kendilerine vurgu yapılıyordu. Üç yılda bir görev uzatma dosyaları hazırlamalarına karşın, giderek liseleşen üniversite sisteminin adeta belkemiğini oluşturuyorlardı. Ama bu tabloda aslında buzdağının sadece görünen yüzüydü ve altta müthiş bir ders yükünün yanı sıra doçentliğe hazırlanmaya çalışanlar için sürekli olarak değiştirilen kriterler söz konusuydu.
Bir zamanlar Kamu Personeli Dil Sınavı(KPDS) olarak adlandırılan ve uzun yıllar boyunca sadece Ankara’da gerçekleştirilen bir sınavla dil barajını aşmaya çalıştılar. Ardından ÜDS ve daha sonra YÖK Dil adı verilen sınavlar getirildi. Dil sınavlarının gerçek anlamda dil becerisini mi yoksa tamamen teknisist bir yaklaşımı mı temsil ettiği sorunu halen orta yerde durmaya devam ediyor! Buna karşın yine bu sınavlarda da geçmişe dönük bir takım usulsüzlükler yapıldığı yani şaibenin buraya da karıştığını biliyoruz.
Dili aşanlar için sorunun bitmediği bu kez de jüri sistemi içerisindeki tuhaflıklarla boğuşmak zorunda bırakıldıkları, bazen ideolojik bazen kaprise dayalı olmak suretiyle hak ettiği halde doçent olmak için bekleyenlere de sıkça rastlanır. Hatta iş unvanı almakla da bitmez bu kez üniversitenizin kadroyu ilan etmesi için beklersiniz, bazen bu bekleme içerisinde yardımcı doçent uzatması vermek durumunda bile kalanlar olmuştur. Bazen ise bu kadroda beklediğiniz süre öylesine uzar ki şans yüzünüze gülerse direk profesör kadrosuna bile atanabilirsiniz.
Tekrar Doktor Öğretim Görevlisi kadrosuna dönelim, her şeyden önce daha önce Öğretim Üyesi dediğiniz insanlara şimdi Öğretim Görevlisi diyerek unvanlar arasında bir ikilik yaratmış oluyorsunuz. İkinci olarak bu durum sadece maddi boyutu öne çıkartarak giderilebilecek bir sorun değildir, bundan çok daha derinlemesine problemleri beraberinde getireceğini şimdiden söyleyebiliriz. Örneğin ders saati meselesi bunlardan biridir, oy hakkı, ana bilim dalı başkanlığı, danışmanlık sayıları vb. çüncü olarak var olan kadrolardakilerin yeni ihdas edilen kadroya aktarılması beraberinde belirsizlik ile birlikte hak kaybına uğrayabileceğini düşünenlerin emekliliğine yol açabilir.
Bu yeni kadro ile birlikte doçentlikle ilgili düzenlemelerin getirilmesi de dikkat çekici. Dil barajı düşürülüyor buna karşın yine üniversitelerin kendileri içerisinde düzenlemeler yapabilmesine olanak tanınıyor. Doçentlik sınavları konusunda da sadece eser inceleme üzerinden gidilecek bir bakış devreye sokuluyor. İşte asıl sıkıntı da tam buradan sonra başlayacak gibi duruyor. Çünkü son birkaç yıldır yayınlanan kadro ilanlarını ve tezleri göz önünde bulundurduğumuz vakit, beklenti ile var olan durum arasındaki makasın daha da açılabileceği bir döneme doğru gidebileceğimiz endişesi ortaya çıkıyor.
Eski uygulamaların eleştirilecek pek çok yönü bulunurken şimdi getirilmek istenen düzenlemelerin klientelist anlayışın egemen olduğu bir yapı içerisinde yol açabileceği tahribat çok daha büyük olacaktır. Bu durumun ülkemiz içerisindeki üniversite kalitesini artırmak yerine daha da dengesiz hale getirebileceği tehlikesi ile karşı karşıyayız. Hatta bir adım daha ileri gidecek olursak önümüzdeki on beş yirmi yıl içerisinde işe alımlarda mezun olunan üniversiteye göre ücret politikası anlayışı daha fazla ön plana bile çıkabilir.
Biraz da çuvaldızı akademiye batıralım, sadece politikacılara veyahut bürokratlara değil. Akademi uzun bir zamandır düşünme ve eleştirebilme yeteneğini terk etti, bunun yerine tipik devlet memuru anlayışı içerisinde hayatını idame ettirmeyi benimsedi. Unvanların yükselmesi sonrasında okumayı, araştırmayı, yazmayı bırakan doçentler, profesörler bulunuyor. Şekilselliği tamamlayan buna karşın akademinin ruhuna uymayan yaklaşımlarla bulunduğu pozisyonları tatmin aracı olarak kullanan kişileri de unutmamalıyız!
YÖK sonrası dönem boyunca nasıl bir üniversite olmalı? Sorusunu soran ve bunu uygulamaya çalışan çok az sayıda isim görebildik. Büyük bir çoğunluk ise var olan durumdan vazife çıkartmak suretiyle, kendi şahsi menfaatlerinin peşinden gitmeyi tercih ettiler. Üniversitenin niteliğini değil niceliğini yüceltmeyi ve buradan titr almayı üniversite özerkliğine tercih ettiler.
Şimdi yine şekilsellik üzerinden giderek yardımcı doçentliğin yerine doktor öğretim görevlisi kadrosunu koyuyoruz. Peki bu değişiklik asıl ihtiyacımız olan bilim yapabilme meselemizi çözebilecek midir? Yoksa tartışmamız gereken asıl sorunlarımızın önünün kesilmesine mi yol açacaktır? Dünyadaki benzerleri ile yarışmak isteyen bir üniversiteyi hayata geçirmek ve çemberin içerisinde kalabilmenin yollarını yaratmak zorundayız. Aksi halde sadece izleyen olmakla yetinmek durumunda olacağımızı unutmamalıyız.
İçinden çıktığı kültürle yoğrulan ama buna karşın dünyanın yaratmış olduğu kültürün de farkında olan bir üniversite ve burada görev alan bilim insanlarının önünü başta liyakat, özgürlük ve hakkaniyet olmak üzere açmalıyız. Niteliği yükseltmeden niceliğin sayılardan ibaret olduğunu ve adlarına ister öğretim üyesi ister öğretim görevlisi diyelim, bu kadroların sadece ders vermeye indirgenemeyeceğini es geçmemeliyiz! Üniversite, bir ülkenin minik bir minyatürü olarak kendisini ortaya koyabildiği ender yerlerden bir tanesidir. Biz ülke olarak burayı bir türlü anlayamadık ve anlayamadıkça da daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürdük.