Ahmet Talimciler

09 Aralık 2022

Üniversiteye dair

Akademinin kabuğuna çekilmesi ve suskunlaşması, nicelik peşinde koşup niteliği yok sayması sadece akademiyi çürütmez aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun da çürümesine yol açar!

Belirli aralıklarla üniversiteye dair yazılar yazmak durumunda kalıyor olmak açıkçası çok da keyifli bir durum değil. Bununla birlikte bu ülkede üniversite denilen kurumun içeriğinin de giderek boşalmakta olduğunu ve burada ortaya çıkan yeni durumun, yarattığı olumsuzlukları da tarihe not düşme adına kayıt altına almanın gereğini yerine getirmeye çalışıyorum. İşte bu açıdan Türkiye'de yüksek öğrenim adı altında yıllar içerisinde ortaya çıkan gelişmelerin dikkatle izlenmesinin sadece üniversiteyi değil içinde yaşadığımız toplumu anlama adına da çok önemli olduğu kanaatindeyim. Çünkü kurumlar içinde yaşanılan toplumun bir anlamda aynalarıdırlar ve o kusurlu aynalar üzerinden aslında kendinizi görürsünüz. Bu açıdan da üniversitelerin yıllar içerisinde giderek kabuk değiştirdiklerini ve buna uygun bir biçimde dönüştükleri gerçeğini tartışmak durumundayız. Ülkenin her iline üniversite açarak, eğitimli nüfusun sayısını arttırmış olmuyorsunuz ya da bir başka ifadeyle öngördüğünüz gibi sonuçları elde edebilmenin yolunun sadece şekilden ibaret olmadığını hızla kavramanız gerekiyor.

12 Eylül 1980 tarihi ile birlikte Türkiye'nin yüksek öğrenim süreci de kesintiye uğramış ve ardından gelen 1982 anayasası ile oluşturulan YÖK (Yükseköğretim Kurulu) ile birlikte üniversitelerin bir örnek hale dönüştürülme süreci başlamıştır. YÖK dersi olarak adlandırılan Türk Dili, İnkılap Tarihi, Beden Eğitimi veya Müzik ve Yabancı Dil dersleri başlangıçta eğitim süresi kadar bölüm derslerine eklenmiş olup 1990 yılına gelindiğinde bu derslerden ikisi Türk Dili ve İnkılap Tarihinin birinci sınıf müfredatında bırakıldığı yeni bir dönem başlamıştır.

Bu derslerin günümüzde de halen sürdürüldüğünü bu vesile ile hatırlatmış olayım. 1980'lerin sonunda üniversite eğitimine başlamış olan bir akademisyen olarak hem bu süreci hem de ardından gelen aşamalardaki ülkenin içerisinden geçtiği tuhaf zihinsel iklimin yansımalarını fazlasıyla yaşadım. Önce öğrenci olarak ardından araştırma görevlisi olarak sistemin yarattığı garipliklerle boğuşmak durumunda kaldım. Geriye dönüp baktığımda bizlerin öğrenci olarak eleştirdiği öğretim üyesi profilinin şimdi var olan öğretim üyesi profilinden çok daha fazla renkli ve farklı görüşlere açık olduğunu daha net görebiliyorum. Üniversite kavramının eleştirel bir bakış açısı üzerinde temellendiği gerçeğinin farkında olan ve aynı zamanda bir geleneğin temsilcileri olan bu kuşağın, kurumlarından ayrılmaları sonrasında oluşan tablo ne yazık ki daha farklı bir yapıyı beraberinde getirdi. Niteliğin yerini niceliğe bıraktığı ve buna uygun bir sistemin hayata geçirildiği uygulamalarla birlikte üniversiteler ne yazık ki yıllar içerisinde çok daha yeni binalara, olanaklara ve teknolojik araçlara kavuşmalarına karşın üniversite kimliğinden uzaklaşmaya başladılar. Burada yazdığım eleştirilerin sadece son yirmi yılla sınırlı olmadığını bununla birlikte içinden geçmekte olduğumuz süreçle birlikte yaşananların daha da hızlandığını belirtmeliyim.

Ne demek istediğimi daha somut örnekler üzerinden anlatmaya çalışayım; örneğin sayın cumhurbaşkanımızın "Nedir bu yardımcı doçentlik?" sorusu ile başlayan yeni sürecin içerisinde YÖK'ün yarattığı garabeti düzeltiyormuş gibi yaparken bir taraftan da düzeyi aşağıya çekme yolunu tercih ettik. Beraberinde adı Doktor Öğretim Üyesi olan buna karşın Yardımcı Doçentlik diye adlandırılandan çok da farklı olmayan bir başka tuhaflık uygulamaya konulmuş oldu. Tabii beraberinde Doçentlik için sözlü uygulaması kaldırıldı ve yabancı dil puanı 55'e indirildi. Peki ardından nasıl bir süreç yaşamaya başladık derseniz bütün sistem buna uygun olarak yeniden biçimlendirildi ve TR dizin, SSCI gibi indeksler üzerinden dergi sistemleri daha fazla ön plana çıkartıldı. Bu süreçte akademisyenler puan hesabı yapmaya ve kendilerini yeni sisteme uyarlamak adına dergi kovalamaya başladılar. Beraberinde paralı dergiler ortaya çıktı ve belli bir süre sonra bu durumun yarattığı olumsuzlukları gören YÖK bu dergiler hakkında düzenlemeler yapma yoluna gitti ama atı alan da Üsküdar'ı geçti.

Başbakanlığı döneminde Ahmet Davutoğlu -kendisi de akademisyen olması vesilesi ile bu alandaki maddi durumu düzeltme adına- teşvik sistemi denilen bir uygulamayı hayata soktu ve her yılın başında akademisyenler bir yıl boyunca yaptıkları yayınları, etkinlikleri sunarak küçük de olsa ek bir gelir elde etmeye başladılar. Ve sistem hemen buna uygun yeni bir formatı üretmekte gecikmedi hemen akademik teşvik sistemine uygun kitap ve kitap bölümleri piyasayı kaplamaya başladı. Sürekli olarak yayımlanan kitap bölümleri ile akademisyenlerin bir taraftan teşvik alabilmelerinin önü açıldı öbür taraftan da doçentlik sisteminde kullanılacak puanlar toplanma yoluna gidildi. Peki bu arada kalite ne oldu derseniz? Onu hiç sormayın her şey otomatiğe bağlandı ve bir zamanlar var olan yapıda kendi içerisinde sürdürülen kadro meseleleri daha da çıkmaz bir hale büründü.

İşte tam bu noktada bir diğer örnek seçim öncesi kadro müjdesi olarak verilen araştırma görevlilerinin asli kadrolara aktarılması sürecidir. Türkiye'de devlet memuru olmanın yarattığı garanti üzerinden yürütülen bakış açısının beraberinde getirdiği olumsuzlukları zaman zaman eleştiren bütün muhalefet partilerinin iktidarları döneminde tam aksi uygulamaları hayata geçirdiğini gördük. Diğer alanları bir tarafa bırakarak üniversiteye yakından baktığımızda araştırma görevlisi olarak başlayan bir gencin yıllar içerisinde yüksek lisans ve doktorasını tamamladıktan sonra üniversite ile ilişkisinin kesilmesi durumu, gerçekten zor bir süreçtir.

Öte yandan sistemin kişisel çıkar ve ilişkiler üzerinden yürütülmek suretiyle birilerinin önü açılırken birilerinin önünün tıkandığı gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz. O halde yapılması gerekenin özellikle de son yıllarda köklü üniversitelerde artan kadro şişkinliği nedeniyle yaşanan özlük hakları krizinin de önlenebilmesi adına da başarılı olanların yollarına devam ettirilmesini sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmektir. Üniversitenin vasatlaşması ve tek tipleştirici bir kurum haline dönüşmesi en çok da en alt seviyeden başlayarak etkisini göstermekte ve ilerleyen aşamalarda nasıl olsa akademik açıdan en üst seviyeye kadar çıkabiliriz anlayışı yerleşmektedir. Oysa asıl mühim olan yapılan görevin en iyi şekilde yerine getiriliyor olmasıdır, unvanlarınızın kabarık olması değil!

Size bu yazıyı yazarken YÖK tüm devlet ve vakıf üniversitelerine gönderdiği yazı ile şu uyarıda bulunuyordu:

"Üniversitelerimizde uzun süredir vekaleten yürütülen dekanlıklar hususu Türk Yükseköğretim Sisteminin görünümünü olumsuz etkilemekte ve Yükseköğretim Sistemimize ilişkin olumsuz algıya yol açmaktadır. Bu itibarla Üniversitelerimizde Rektör uhdesine olan veya vekaleten yürütülen dekanlıklar için asil dekan tekliflerinizi en kısa zamanda Başkanlığımıza iletmeniz hususunda gereğini önemle rica ederim."

YÖK bu yazıyı geçtiğimiz yıllarda eğer yanlış hatırlamıyorsam yine göndermişti ve o günden bugüne kadar gelinen noktada sık sık bu mesele kamuoyunun dikkatini çekmişti. Gerek bu konu hakkında gerekse de üniversitelerin yayınladıkları kadro ilanlarındaki kişiye özel durumlar konusunda yapılacaklar net bir biçimde ortada iken durumun bu kadar sarpa sarıyor olması anlaşılır gibi değildir.

Son bir örneğim de İzmir'in köklü üniversitelerinden bir tanesinin maaş promosyonu kutlamasını rektörlük bahçesinde gerçekleştirmiş olması ve bu durumun bölümlere duyurulması konusunda mesajların iletilebilmesi durumudur!

Üniversitelerin sözün ve uygulamaların bütünleştiği yerler olarak genç kuşakların yetiştirilmesinde olmazsa olmaz bir yerleri söz konusudur. Üniversiteler yerellik ve evrensellik çizgisi içerisinde açık zihinli öğrencileri hayata hazırlarken içinde yaşadıkları topluma ve dünyaya karşı da sorumlu olan kurumlardır. Bu noktada bir öğretim üyesinin yaşanan gelişmeler içerisinde hamaset yüklü ve şiddeti öven cümleler kurması sadece onu bağlamayacaktır. Bunun için de akademi denilen alan göründüğünden çok daha derin ve anlamlı bir yerin adıdır. Bu yüzden de akademinin kabuğuna çekilmesi ve suskunlaşması, nicelik peşinde koşup niteliği yok sayması sadece akademiyi çürütmez aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun da çürümesine yol açar!

Ahmet Talimciler kimdir?

Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka'da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı.

1994 yılında "Futbolun Toplumsal İşlevi" başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye'de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı.

2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı.

1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir.

Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır. Mart 2016'dan bu yana T24'te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka'nın yazarlarındandır.

Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu Memleketim FM'de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır.

Kitapları

-Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları)

-Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları)

-Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları)

-Türkiye'de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi)

-Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap)

-Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap)

-İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor)

-Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor)

-Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile)

-Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research)