Ahmet Talimciler

18 Eylül 2017

Topyekûn suçlamak zarar verir

Kötülüklerin üzerine hızla gitmeye ve kötülükleri ortadan kaldırabilmek için fark gözetmeksizin bir araya gelmeye ihtiyacımız var

Yaşadığımız olayların arkasından çoğunlukla kolaya kaçış şeklinde olan bitenlerin sorumluluğunu bütün bir kesime yüklemek gibi bir alışkanlığa sahibiz. Oysa başta ırkımız, etnik kökenimiz ve dinimiz olmak üzere hiçbirisi bizim isteyerek tercih ettiğimiz seçimlerimiz değildir. Bu açıdan yaşananların ardından toptancı bir bakış açısı güderek olanları belirli bir etnik veya dinsel kimliğe, ırka yüklemek ve bunun üzerinden kendini temize çekmek sadece durumu kurtarmak demektir. Böylesi yaklaşımlar bütün içerisinde hepimizin erimesine yol açma tehlikesi taşıdığı gibi asıl sorumluların da gözden kaçmalarına olanak sağlamaktadırlar. İnsanın olduğu her olayda ve yerde kötüler yer aldığı gibi iyiler de bulunmaktadır. Ve tıpkı kötülüğün milliyeti, ırkı, dini olmadığı gibi iyiliğin de yoktur. Tüm yaşadıklarımızı bu açıdan değerlendirmeye başladığımız takdirde ise karşımıza bizi bütüncüllük tehlikesinden kurtarabilecek bir yol açıldığını daha rahat görebiliriz.

İşte bu yüzden bu topraklar üzerindeki yaşadığımız bütün olumsuz tarihi dönemeçler sırasında iyiler ve kötüler bulunmaktaydı. 6-7 Eylül olayları sırasında komşularının mallarını yağmalayanlar olduğu gibi onları korumak için kendilerini kalabalığın önüne atanlar da vardı. Tıpkı Ermeni Tehciri sırasında göç yollarındaki korunmasız insanlara saldıranlara karşı onlara yardım etme yolunu seçenlerde olduğu gibi. Hrant Dink’in acımasızca katledilmesinin ardından binlerce kişinin yürüyüşünü hatırlayın, yürüyenler bu toptancı bakışı reddettiklerini hem taşıdıkları dövizlerle hem de söyledikleri sözlerle haykırıyorlardı.

            Son dönemlerde bu anlayış giderek artmaya ve tüm yapılan uygulamalarla ilgili olarak suçlayıcı dil devreye sokulmak suretiyle adeta hesap tüm bir millete kesilme yoluna gidilmektedir. Hiç kuşkusuz çocukluktan itibaren sürekli olarak suçlama kültürü içerisinde yetiştiriliyor olmamızın verdiği büyük bir etki ile birlikte tüm olup bitenlere karşı da benzer bir zihniyeti devreye sokmaya bayılıyoruz. Sorumluluk alma ve sapla samanı birbirinden ayırmak yerine de, var olan durumla ilgili klişeler kullanmak ve bunlar üzerinden kendimizi temize çekmek kolayımıza geliyor.

 Halbuki gayet iyi bilmemiz gereken bir gerçeği böyle yaptığımız sürece ıskalama yoluna giderek hem kendimize hem de birlikte yaşadığımız kader ortaklarımıza zarar veriyoruz. Tüm tarih boyunca bu topraklarda olup bitenlerden ne hepimiz sorumluyuz, ne de suçluyuz. Aslında böyle yapmak suretiyle hepimiz kurban olma yolunda ilerlemeye devam ediyoruz. Örneğin olan bitenler sonrasında sık sık şu cümleleri duymaya başladık: Biz ne zaman bu hale geldik? Kimine göre hiç gelmemişiz, kimine göre yakın dönemde gelmişiz, kimine göreyse tarih boyunca hiç başka bir halde değilmişiz! Allah aşkınıza olanların ardından birilerine dönük öfkenizi, nefretinizi seslendirmek istediğiniz takdirde, yaşananlara dahil olmayan hatta olan bitenlerden rahatsız olan insanları da işin içerisine katma anlayışınızdan vazgeçin!

Tarih boyunca böyleymişiz üzerinden giderek bu topraklarda yaşayanları, ölenleri aynı pota içerisinde eriterek yarattığınız tahribatı bir kez daha düşünme yoluna gidin. Hiçbir uygarlık tarih boyunca aynı yerde kalmaz/kalamaz çünkü bu yaşamın kendi iç dinamiğine aykırı bir durumdur. Öte yandan Anadolu gibi tarihin en kadim uygarlıklarına beşiklik etmiş bir coğrafya üzerindeyseniz bu neredeyse imkânsız bir yaklaşımdır. Çünkü çok farklı kesişim noktalarının ve çok farklı anlayışların bir araya gelmek suretiyle yepyeni sentezler yarattığı bir yerden söz ediyorsunuzdur. İşte bu yüzden bu topraklarda kurulan hiçbir devlet sadece kendi içinden çıktığı uygarlığın nüveleri ile sınırlanmamıştır. Çok uzağa gitmeden sadece Osmanlı Devleti üzerinden derdimi anlatmayı deneyeyim; “Osmanlı'yı özgül kılan yanlarının başında farklı gelenekleri bünyesinde toplayabilmeyi başarabilmiş olması ve bunlardan oluşturmuş olduğu bir sentezi hayata geçirmiş olması gelmektedir. Bu açıdan Osmanlılar hem Selçuklu ile Bizans’ın, hem Doğu'daki devletlerin bir nevi devamı mahiyetindedir1. Öte yandan “Osmanlı Devleti sadece Türkiye Cumhuriyeti'nden önceki bu coğrafyada kurulmuş olan bir devlet değildir, aynı zamanda halen yaşadıklarımızı ve zihinsel tahayyüllerimizi biçimlendirmeye devam eden bir birikimdir”1

1071 tarihinden bu yana bu toprakların Türklerin ağırlıkla yer aldıkları ve devletler kurdukları mekân olması üzerinden yapılan bütün tespitlere karşın burası aynı zamanda binlerce yıldır burada yaşayan diğer tüm insanların da toprağıdır. Bu yüzden bir zamanlar birlikte yaşadığımız tüm kitleleri sanki hiç olmamışlar gibi düşünmek ne kadar yanlış ve insanlık dışıysa benzer biçimde burada yaşananlar üzerinden milliyetçi çıkarımlar yapmak ve ‘burası Türk toprağı, biliyoruz. Tarihten bugüne bunu her fırsatta yüzümüze tokat gibi çarpıyorsunuz, eyvallah. Tebrikler, bu gurur hepinizin’ şeklinde cümleler kurmak da aynı biçimde yanlı ve insanlık dışıdır. İnsan olma vasfını ön plana çıkartmak yerine devreye ideolojileri, etnik veya dinsel kimlikleri alarak yapılacak olan her türlü tanımlama girişimi, karşısında benzer şekilde yapılacak nitelemeleri barındırmaya mahkumdur.

Bu ise hepimizin içinde yer alacağı bir dolap beygiri durumu yaratmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir. Herkes kendi baktığı yerden ve pozisyondan haklılığını karşı tarafa haykıracak, benzer bir biçimde karşı tarafta da aynı eğilimler karşılık bulacaktır. Böylesi bir kısırdöngüden kurtulabilmenin ise imkânı bulunmadığı gibi böylesi yaklaşımlar sonrasında bir arada yaşayabilme geleneği de zarar görecektir. Öte yandan, bu ve benzer yaklaşımlar kişilerin kendi kimliklerinde ön plana almadıkları unsurların da bilenmesine yol açacaklardır. Ülkemizde gerek sağ gerekse sol siyasi yapılanmaların birbirlerine karşı geliştirdikleri son derece ön yargılı yaklaşımların sonuçları çok acı şekilde gerçekleşmiş olmasına karşın, yaşananlardan ders almamış olmaları manidardır. Önyargıların yanına üzerinden geçen onlarca yılı da eklediğiniz andan itibaren kimliklerin yeniden ve yeniden ama bu kez buna dönük şekilde inşa edildiğini görebilirsiniz.

Siyasi kimliklerin siyaset dışı unsurlarla belirlendiği bir ülkede, hayatın akışı içerisindeki kesişmeler de travmalarla sonuçlanabilmektedir. Bu açıdan geçmişimizin derin yaralanmalarla ve yarıklarla dolu olması bir tarafa bunlarla hiçbir şekilde barışamadığımız gerçeği de orta yerde durmaya devam etmektedir. İşte bu yüzden de hepimizi toptancı bir bakışla suçlama geleneği içerisine girme daha baştan yargısız infazlar gerçekleştirme anlamına gelecektir. Oysa tekrar söylemek gerekirse bu topraklarda hepimiz yaşananlardan üzerimize düşeni almaktayız ve hepimiz kendi ölçeğimizde hem sorumlu hem de kurban olarak hayatlarımızı sürdürüyoruz. Bu yüzden de olup bitenler karşısında topyekûn suçlamalarda bulunmak yerine yanlışa yanlış diyebilecek ve toplumun farklı katmanlarını harekete geçirebilecek bir dili dolaşıma sokmak durumundayız. Aksi yaklaşımlar beraberinde karşıtlığı ve yavaşlığı getirecektir. Oysa kötülüklerin üzerine hızla gitmeye ve kötülükleri ortadan kaldırabilmek için fark gözetmeksizin bir araya gelmeye ihtiyacımız bulunmaktadır.


1 Ahmet Talimciler-‘Osmanlı Toplum Yapısı ve Osmanlı Modernleşmesi’ss.43-70 Türkiye’nin Toplumsal Yapısı içinde Editörler Gülay Ercins-Melih Çoban, Lisans Yayıncılık 2016 İstanbul