Ahmet Talimciler

28 Haziran 2017

Sütunu bahçe süsü yapmak

Anadolu gibi tarihin en eski medeniyetlerinin üzerinde kurulduğu bir coğrafyada bulunuyoruz buna karşın bu medeniyetlerin bize bıraktıklarını ne ölçüde evrensel insanlık mirasına sunabiliyoruz

Antalya’da Sütunlu Konak olarak adlandırılan binanın haberini dün T24’ün haber sitesinde gördüm. Haberin ayrıntıları en az haber kadar bize özgülükleri göstermesi açısından ilgi çekiciydi. Tesadüf eseri sütunları gören bir sanat tarihi öğretmeni durumu kültür müdürlüğüne iletiyor ve aldığı cevap; ‘senin işin yok mu? Sana ne zararı var’ şeklinde oluyor. Bunun üzerine girişimlerini hızlandırıyor ve bu kez de ödüllendirilmesi gerekirken tam tersine hakkında dava açılıyor. Bu yaşadığımız ne ilk ne de son örnek ve bu örneğin de bize göstermiş olduğu şu ki durumumuz her geçen gün biraz daha iç karartıcı bir hale bürünüyor. Tarihle hamaset üzerinden bağ kurmanın dışında bir bağ oluşturamadığımız zaten malum ancak iş biraz daha eskilere gittiğinde çok daha tuhaf bir hal almaya başlıyor. Muhafazakar geçmişine ve köklerine sahip çıkma anlayışı içerisinde bulunduğunu söyleyenlerin ne Osmanlı ile ne de daha önceleri bu topraklarda bulunan Anadolu Selçuklulardan kalanlar ile ilgileri de şekilselliğin ötesine geçmiyor! Bizans, Antik Yunan, Hitit, Asur gibi medeniyetlerden kalanlarla olan bağlantısı ise bu şekilsellik düzeyini bile yakalayamıyor. Özellikle söz konusu olan Bizans ve Antik Yunan medeniyetini yansıtan eserlerse bu durum çok daha çetrefilli bir hal almaya başlıyor.

Anadolu gibi tarihin en eski medeniyetlerinin üzerinde kurulduğu bir coğrafyada bulunuyoruz buna karşın bu medeniyetlerin bize bıraktıklarını ne ölçüde evrensel insanlık mirasına sunabiliyoruz sorusu orta yerde duruyor. Aslında burada bu mirasa katkıdan çok daha önemlisi ise hiç kuşkusuz bizim insanlarımızın bu durumu nasıl gördükleri ve bu mirasla nasıl bir bağ kurabildikleri meselesinde düğümleniyor. Ata mirası olarak gördüklerine karşı bile gereken hassasiyeti göstermeyen ve tuhaf restorasyon girişimleri ile tarihi yapıları geleceğe aktarma konusunda büyük sıkıntı yaratan bir anlayışa sahibiz. En son örnek ise hiç kuşkusuz Mimar Sinan’ın ünlü camisinin yanı başında çakılan kazıklar ve gelen tepkiler üzerine verilen yanıttır. Eskiyi yıkıp yerine yenisini yapmayı modernlik olarak görüyor ve tarihi dokuyu alt üst ederek ülkeyi geleceğe hazırlayabileceğimizi sanıyoruz. Bu durum şimdi başlamadı ve ne yazık ki bitmeyecekte.

Yıllar öncesinden televizyonda izlediğim ve hiç unutmadığım bir restorasyon rezaleti sahnesi bu sütunlu konak haberi ile bir kez daha zihnimde canlandı. Yanlış hatırlamıyorsam Sadettin Teksoy’un bir programında İç Anadolu bölgesinde Anadolu Selçuklularından kalma tarihi bir kapının restorasyonu ile ilgili bir haberdi ve görüntü çok trajikomikti. Yüzlerce yıllık tarihi kapının üzerine devasa bir çiviyle restorasyon yazısı çakılmıştı. Bu durum ecdatlarımızdan kalan tarihi hanlar, hamamlar, çeşmeler, mezarlar, türbeler için de çok değişmiyor. Tarihi mezar taşlarımızın bina duvarlarına iliştirildiği örneklerle yapılan evler gördüğünüzde hissettikleriniz sadece bu kadar da olmaz duygusu olmuyor! Daha derinlerde bir yerlerde hayatın her alanında her şeyi –mış gibi yapma duygusu üzerinden götüren bir anlayışın tarihle buluşması da bu şekilde gerçekleşiyor. Sütunları bahçeye getirip koruma altına alıyoruz veya üzerine kendi adlarımızı kazıyoruz. Binlerce yıllık kültürel mirasın üzerine aşkımızın baş harflerini yazdığımızda matah bir şey yaptığımızı sanarak mutlu oluyoruz. Maalesef bu durum bütün tarihi eserlerimizi bekleyen tehlike olarak orta yerde durmaya devam ediyor. Sümela manastırından Ayasofya’ya kadar her yerde benzer görüntüler sizi karşılıyor. Dünyanın öbür ucundan gelip bu tarihi mirası görmeye gelenleri enayi olarak gören bir anlayış olduğu sürece de bu durum böyle sürüp gidecek.

Çünkü tarihle kurduğumuz ilişkimiz de tıpkı kendimizle kurduğumuz ilişki de olduğu gibi tamamen çıkarlar üzerine kurulu. Oysa tarih evrensel insanlık mirasının ortak dokusu olarak kuşaktan kuşağa aktarıla gelen bir birikimdir aynı zamanda. Ve bu birikimin somut göstergeleri olarak geride kalan parçalar, bu dünyada bir zamanlar nasıl yaşandığını hepimize göstermesi açısından büyük önem arz ederler. Ellerine geçirdikleri insanlık mirasını put olarak görüp yıkan El Kaide, İşid zihniyeti bu birikimin ne anlama geldiğini ne çözebilecek ne de idrak edebilecek bir donanıma sahiptirler. Buna karşın tarihi dokulara sahip çıkan düşünce yapısı aynı zamanda demokrasi denilen yönetim şeklini de insan hakları denilen uygulamaları da insanlık tarihine sunmuşlardır. İki yüz yıldır modern bir ülke ve bu ülkenin insanlarını yaratabilme yolunda attığımız bütün adımlara karşın hala kültürel mirasın ne anlama geldiğini çözebilen bir ülke insanının yetişmesini sağlayamadık. Kadın ve erkek figürlerinin yer aldığı heykelleri hala edep yerleri üzerinden tartışmayı sürdürüyoruz. Zararlı olduğunu düşündüklerimizi de depoya kaldırarak durumu çözüyor veya onların yerine selfie çeken şehzade heykeli dikebiliyoruz.

Tarihi sütun önemli değil önemli olan o sütunun işlevsel olarak bir yerde durup durmaması ve eğer böyle bir amaç için kullanılıyorsa, kültürden sorumlu olduğunu sandığımız müze müdürlerimiz bile ne zararı var cümlesi kurabilir. Topraklarımızdan tarih fışkırıyor ancak biz onları göz ardı etmeyi ve bildiğimiz hayatı yaşar gibi yapmayı sürdürüyoruz. Ondan sonra da tarihi Bergama sunağını geri almak için girişimlerimizi sürdürüyoruz. Gidin sorun bakalım bu ülkenin arkeolojik çalışmalarına yıllarını vermiş isimlerine acaba bu ve benzeri eserlerin geri gelmesini gerçekten canı gönülden arzu ederler mi?