Büyüklük, ihtişam, şatafat gibi kelimeleri sevmenin yanı sıra gündelik hayatımızda da bu kelimelerle yan yana getirebileceğimiz bir hayatı kurmaya adeta bayılıyoruz. Her nedense bizim bütün devlet binalarımız çok heybetlidirler, benzer şekilde okullarımız, kütüphanelerimiz, hastanelerimiz hemen hepsini en büyük, en gösterişli şekilde inşa etmeyi severiz.
Ortadoğu ve balkanların en büyük kütüphanesine sahip olmakla övünürüz ancak iş o kütüphanenin içerisini kitapla buluşturmak olduğunda işleri yokuşa süreriz. Büyük büyük hastane binaları inşa eder ardından ısıtma, soğutma, güvenlik gibi meselelerle başa çıkamayarak olan bitenden şikâyet etmeye başlarız.
İşlevsel binalar inşa etmek için gerekli olan her türlü bilgiye sahibizdir ancak iş bunu icra etmeye geldiğinde her nedense devreye başka faktörlerin girmesi nedeniyle durum her defasında tersine dönmektedir. Kuralların ortak aklı temsil ettiği meselesi üzerine hiç kafa yormadığımız için olan biteni kılıfına uydurmak suretiyle işleri halletmeyi tercih ediyoruz. Böyle olduğunda ise fay hattı üzerine inşa edilen devlet binalarından, çürük yapılan hastanelere kadar bir dizi tehlike saçan yapılar etrafımızı çepeçevre sarıveriyor. Görüntüyle kandırılıyor işin asıl bakmamız gereken yerleri es geçiyoruz.
Deprem kuşağında olan bir ülkenin depremle olan imtihanında her seferinde işimizi Allaha havale etmekten başka bir şey yaptığımız yok! Daha sağlam binalar yapmak, daha işlevsel binaları hayata geçirmek yerine kendimizin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyacak düzenlemeleri yapmayı tercih ediyoruz. İşin ilginç yanı ise halkımız açısından da durum çok farklı değil. Onlar da benzer tercihleri benzer şekilde yaşamayı ve hayatlarını tıpkı kendi belediye başkanlarının, siyasal parti liderlerinin olduğu gibi sürdürme eğilimindeler. Durum böyle olduğunda ise birkaç kendini bilmezin dışında olup biten çarpıklıklarla ilgili olarak ses çıkartan, ‘bu kadar masrafa ne gerek vardı?’ diyen kimse çıkmıyor.
Yerel yönetimle iktidara gelenlerin makam odalarına şöyle bir göz attığımızda, karşımıza çıkacak olan tablonun gösteriş merakımızı yansıtmaktan öteye gitmeyecektir. Örneğin bu makam odalarının, bu makam arabalarının neden bu kadar lüks olduğu konusunda açıklaması olan birisi/birileri var mıdır? Amerikan başkanının meşhur oval ofisinden daha şatafatlı makam odaları döşetmenin ve buralarda oturmanın maliyeti nedir? ve bunun bedelini kim ödemektedir? Her yıl belediyelerimizin gelir gider bilançoları açıklandığında ülke genelinde neredeyse tamamına yakınının borçlu olduğunu gösteren bir tablo ile karşı karşıya kalmaktayız. Yapılan bütün bu harcamaların bedelini o belde, kaza, ilçe, il, büyükşehir halkı ödemektedir. Belediye başkanının daha lüks binalarda oturması, son model arabalara binmesinin bedeli bir sonraki dönem başkan seçilecek olan kişinin elinin kolunun bağlanması şeklinde gerçekleşmektedir.
Tüm bu olup bitenler karşısında asıl üzerinde durmamız gereken nokta ise yaşanan aymazlıklara halkımızın önemli bir kısmının da onay vermesidir. ‘Bizi temsil ediyor tabii ki lüks arabaya binecek, belediye binamız en ihtişamlı bina olmalı’ gibi olan bitene yaklaşan halkımız açısından işler içinde yaşanılan an’la sınırlı olarak yaşanmaktadır. Bu durumun farkında olan politikacılarımız ise her defasında halkımızın bu yanına yatırım yapmaktan çekinmemekte ve işleri bu minvalde yürütmektedirler.
Kaynaklarını uzun yıllar boyunca idareli kullanmaya çalışan bir milletin özellikle 1980 sonrasındaki yaklaşımlarla birlikte tam tersi bir eğilim içerisine girdiğini tüketim endeksleri ortaya koyuyor. Geçmişte de yerel yönetimlerin kaldırım merakı vardı ancak hiç değilse şimdiki kadar farklı alt yapı düzenlemeleri olmadığı için durum çok daha sınırlıydı.
Ülkemizin kıt kaynaklarını sürekli olarak taşa toprağa gömen ya da bulunduğu ideolojik pozisyona göre çeşitli merkezlerle göz boyayan bir yerel yönetim anlayışına sahibiz. Yaşadığı yerde son bir yıl içerisinde yol, kaldırım, park, çevre düzenlemesi vb. gibi uygulamaların yapılmadığına tanıklık eden kaç kişi çıkabilir?
İnsan kaynaklarımızı heba ediyoruz, doğal kaynaklarımızı rant uğruna kaybediyoruz ve kentlerimizi giderek içinde yaşanmaz mekanlar haline getirmek suretiyle dönüştürdüğümüzü zannediyoruz. Yeşilin olmadığı, tarihsel geçmişimizin bir elin parmaklarını geçmediği, trafiğin keşmekeş halini aldığı ve nüfusumuzun giderek daha fazla kentlerde yaşadığı bir ülke haline geldik. Meydanları olmayan, yeşil alanlarının mezarlıklardan ibaret olduğu, denize ulaşamadığınız kentlere sahibiz ve ne kadar çağdaş olduğumuzla övünüp duruyoruz.
İstanbul, İzmir gibi tarihsel geçmişi olan kentlerimizin meydanlarında çekilen fotoğraflardaki geçmişle bugün arasındaki farkı kavradığımız anda tüm olup biteni şatafatlı bina dikmenin ötesinde bir yerlerde olduğunu da göreceğiz. Hayatınızı içinde anlamlı kılan unsurları meydana getirebilecek özelliklerle birlikte yaşamayı becerebildiğiniz andan itibaren hem kendi yaşamlarınızın hem de toplumsal yaşantınızın değer kazanabildiğini fark edeceksiniz.
Büyüklük, şan, şöhret, lüks arabalar bunların hepsi gelip geçicidir, fani olan insanoğlunun geriye bırakacağı adının yanı sıra, anılmaya değer olan yapıp ettikleri olacaktır. Bu ise sadece taş, topraktan ya da heybetli, şatafatlı yapılardan ziyade insani dokunuşlarınızdan geriye kalanlardan ibarettir.