Ahmet Talimciler

17 Mart 2022

Ölüm sosyolojisi

Ölüm, bireysel bir durumdur fakat ölüm anından başlayarak yaşanan bütün süreçler ise toplumsaldır ve içinde yaşanılan kültürün, üretmiş olduğu bütün değerlerin aksettirildiği bir duruma karşılık gelir

Ölüm söz konusu olduğunda kelimeler insanın boğazında düğümlenir, söylenecek sözler vardır ancak ne söylenirse söylensin kifayetsiz kalacaktır ve bu anlarda sessizlik çok daha fazla şeyi ifade edecek bir durumdur. Ölüm, bireysel bir durumdur fakat ölüm anından başlayarak yaşanan bütün süreçler ise toplumsaldır ve içinde yaşanılan kültürün, üretmiş olduğu bütün değerlerin aksettirildiği bir duruma karşılık gelir. İşte bu noktada ölümün, sosyolojik arka planını çalışmak ve burada olup bitenlere dair kafa yormak, son derece önemli bir bilimsel etkinlik haline dönüşmektedir. Prof.Dr. Adem Sağır hocamızın başlıklı aynı ismi taşıyan çalışması geçtiğimiz günlerde yeni baskısını yaptı. Ölüm sosyolojisi dersleri de sosyoloji bölümleri içerisinde öğrencilere okutulmaya başlandı ve bu suretle öğrenciler ölüm olgusunun farklı perspektiflerini öğrenmeye başladılar. Kitap beş ayrı bölümden oluşuyor ve her bölüm için Türkiye’de genelde nadir görülen bir biçimde uzun uzadıya üzerinde düşünülmüş olduğu hemen göze çarpmakta. Kitabı elinize aldığınızda, yerli ve yabancı kaynakların itinayla tarandığını ve hiçbir ayrıntının göz ardı edilmediği bir metinle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.

Şahsi olarak benim kitap ile olan ilişkime gelince ise yıllar önce Ege Üniversitesinde rahmetli Nuri Bilgin hocamızın oluşturmuş olduğu sosyal bilimlerde insan çalışmaları isimli tezsiz yüksek lisans programında gündelik hayatın sosyolojisi dersi içerisinde ölüm olgusunu da öğrencilerle buluşturmuştum. Philppe Aries’in Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları isimli çalışmasından bolca yararlanmıştım. Bu çalışmanın genişletilmiş hali daha sonra Batı’da Ölümün Tarihi başlığıyla 2015 yılında yayınlanmıştı. Edward Tryiarski’nin Türkler ve Ölüm çalışması ile Yaşar Çabuklu’nun Kovulanın İzi isimli eserleri de yine dersin yol göstericileriydi. Derslerdeki bir diğer dayanağım ise yıllar içerisinde ölüm olgusu ile karşı karşıya kaldığımda yaşadıklarımdı. Size bu yazıyı rahmetli babamın ölümünün dokuzuncu yılında yazıyorum. Bütün ölmüşlerimize rahmet, geride kalanlara ise sabırlar diliyorum. Hepimizin özellikle de birinci derece akrabalarımızın ölümü ile yaşamlarının değiştiği gerçeğini bundan tam yirmi altı yıl önce annemin vefatıyla öğrenmiştim. Ölümün ardından başlayan gelişmeleri öyle ya da böyle bir biçimde her birimiz yaşadığımız toplum içerisinde öğreniriz. İşte bu nokta ölümün anlaşılmasının önemini gözler önüne sermektedir. Sosyoloji, burada devreye girmekte ve dinin alanı olarak görülen pek çok noktanın aslında dinin alanından ziyade içerisinde yaşanılan toplum ve o toplumun yarattığı kültürle bağlantılı olduğunu ortaya koymaktadır. Daha önceki ders deneyimlerimi bu kez Bakırçay Üniversitesinde sosyoloji bölümü son sınıf öğrencileri ile ölüm sosyolojisi dersinde bir araya getiriyorum ve buradaki en büyük yardımcım ise Adem Sağır hocamızın Ölüm Sosyolojisi isimli kitabı.

Kitabın giriş kısmı "Ölüm nedir, ne değildir?" Sorularının yanıtını aramayı ve bu doğrultuda çok boyutlu bir okumanın süzgecinden damıtılmış olan notları içermekte. Bu bölüm içerisinde zaman zaman çok iyi bildiğimiz bazı filmlerdeki sahnelerde yer almakta. Bazen de sosyolojinin kurucu babalarının görüşlerine yer verilmekte. “Durkheim’ın ifade ettiği biçimde özellikle ölüm etrafında oluşan törenler, aynı zamanda toplumsallığın en üst düzeyde yaşandı törenlerdi. Ayrıca ölüme yüklenen toplumsal anlamların geçmişten bugüne sabit kalan noktaları da burada kendisini aynı sosyolojik bağlamın içerisinde açığa çıkartır. Ölüm, törenlerle ve ritüellerle örülü bir toplumsal olgudur; insanları bir araya getirir ve bu birliktelikten oluşturduğu kolektif ruh ile ölen bireyin oluşturduğu boşluğu doldurmaya çalışır” (s.18). Çeşitli düşünürlerin açıklamaları sonrasında ölümün neden sosyolojik bir alan olduğuna ilişkin şu ifadeler ise son derece önem taşır mahiyettedir: “Ölümün toplumsallığı karşısında, rasyonellik değerini kaybeder ve teolojik çıkarımlar arafta kalır. Oysa aynı süreçleri sosyolojik açıdan çözümlemek mümkündür ve bu yanıt bizce teolojiyle kıyaslandığında daha pratik bir anlam taşır; çünkü, ölüm geride bıraktığı alanlar itibariyle doğrudan toplumsal yapıyı ilgilendirir ve insanlarda çeşitli toplumsal davranışlar oluşturur. Çoğu zaman ölüm ötesi inanmalar bile topluma mal olur ve ölü ruhuyla kurulduğuna inanılan iletişim ağının toplumsal davranışları şekillendirdiği düşünülür. Böylece ölümün teolojik ve muhafazakâr yorumları, sosyolojik bakış karşısında bütün çıplaklığıyla görülür. Ölüm sosyolojisi kendisini burada sunar” (s.21). 

Birinci bölüm ‘Ölüm Sosyolojisinde Basamaklar’ başlığını taşıyor. “Ölüme yüklenen anlamlar, ölümün insanda oluşturduğu değişimleri kapsayabilmektedir. Nitekim Becker’e göre ölüm, ‘bizi dehşete düşürmektedir’. Çünkü ölüm Heidegger’den alıntılanarak ifade edilirse ‘pax excelle’ yani marjinal bir durumdu. Başkalarının ölümüne şahit olmak ve kendi ölümünü beklemekle birey, toplumdaki normal hayatını yönlendiren ad-hoc (o ana kadar ki) bilişsel ve normatif yöntemleri sorgulamaya adeta zorlanmaktaydı. Ölüm sırf insan ilişkilerinin sürekliliğini tehdit ettiği için değil aynı zamanda toplumun üzerine dayandığı düzenin en temel kabullerini dahi tehdit ettiği için toplumda büyük bir problem doğurmuştur” (s.44).  Kitabın içerisinde sık sık yapılan alan çalışmalarından elde edilen fotoğraflar ve farklı döneme ait çeşitli haberler ile fotoğraflara da yer veriliyor. Bu durum okuyucunun ilgisinin sürekli olarak canlı kalmasına ve bölümler arası geçişlerde yaşanan birtakım aksaklıkların ortadan kalkmasına yol açıyor.

Geleneksel toplum ile modern toplum arasındaki farklardan bir tanesi de ölüm olgusu ile kurulan bağlantıda saklıdır. “Ölüm ile modern arasında kurulan ilişki biçimi ise temelde geleneksel kalıplardaki ölüm algısının rasyonalize edilmesi ve tekno bilim perspektifinden ölüme bakışın standardize edilmesi olmuştur. Ölüm, bütün içeriğiyle modern düşünce içerisinde dönüşmüş, ölümün geleneksel algılanma biçimleri çözülmüştür. Artık modern ölüm, modern insanın hayatının son evresinde, yanlışlıkla gerçekleşen bir olay haline gelmiştir” (s.72). Ölüm modern dönemde giderek hastanelerde gerçekleşen bir duruma indirgenmeye başlanmıştır. “Ölüm, kalabalıkların ortasında yaşanan bir olaydan, modern yaşamın yalnızlaşan bir ‘öteki’si haline gelmiştir” (s.73). Ölümü sebepleriyle açıklama hali beraberinde ölümün elem doktorları olarak nitelendirilen kesimler eliyle gerçekleştiği bir duruma da yol açmaktadır. Artık ölüm, modern dönemle birlikte hayatın her alanının olduğu gibi gözetim altında bir olgu haline dönüştürülmüştür. Bu bölüm içerisinde ayrıca ötenazi kavramı da tartışılmaya açılmaktadır.

İkinci bölüm ‘Sosyolojik odakta ölüm-Sosyolojinin ölümü analiz biçimleri’ başlığını taşıyor. “Ölümü sosyolojik bağlamıyla ele almak demek, aynı zamanda onu dinsel alandan çıkartarak doğrudan toplumsal bağlamın merkezine koymak demektir. Dinsel tutumlar içerisinde ölüm, bir ‘sonuç’tur. Yeni bir hayatın başlangıcı ya da yaşanılan bütün anların bir değerlendirilmesinin yapılması için beklenen bir sonuçtur. Toplumsal bağlamın içerisine koyulduğunun farklılaştığı en önemli nokta da burada karşımıza çıkar. Ölüm, sosyolojik bağlamıyla sonuç değil, aksine bir başlangıçtır. Kuşkusuz bu başlangıç hali, toplumsal amaçlara dönük bir anlam içermektedir” (s.93). Ölüm, beraberinde ortaya çıkardığı anlamlarla ve dile getiriliş biçimiyle de son derece önemli bir manzumeler ağıdır. “Ölüme yüklenen toplumsal anlamlar, bazı sembolik atıflarla göze çarpar. Örneğin ‘vefat etmek’ ya da ‘ölmek’ ifadelerinin kullanılışı bu sembolik anlamlardan birisi olabilir. Vefat etmek, toplumsal bağlamıyla ölene karşı duyulan duygusal bir bağın ya da çevresine gösterilen saygının kibar bir ifadesidir. ‘Öldü’ ya da ‘vefat etti’ ifadelerinin birisi/birileri için kullanımı bu bağlamda dünya duruşlarını göstermesi bakımından önemli bağlamlar üretir” (s.97). Benzer biçimde medya üzerinden ölüm haberlerinin analiz edilmesi suretiyle aslında içinde yaşanılan topluma dair ideolojik bakış açılarını tespit etmek de mümkün hale dönüşebilecektir. Naaş, Ceset, Defin, Öldürüldü, Yok edildi, Şehit Oldu vb. ifadelerin her birisi farklı yerlere göndermede bulunmaları bakımından dikkat çekicidir.

Bu bölümde ayrıca ölüme yönelik olarak işlevselci, çatışmacı ve etkileşimci sosyolojik teorilerin nasıl bir bakış açısı geliştirdiklerine ilişkin bilgilere de yer verilmektedir. Sosyolojik odakta kültür, kimlik ve ölüm arasında yakın bir ilişki söz konusudur. “Toplumsallıkla ilişkilendirilecek olgular, aynı zamanda hem bireysel davranışların uzantısı olmak zorunda hem de kültürel kalıpların bir parçası olmak zorundadır. Toplumsal bir fenomen olarak ölüm de aslında kültürel parçalardan oluşmuş bir bütündür ve bölünerek ele alınması mümkün değildir. Ölümü tanımlarken kullanılacak bu kavramlar, aynı zamanda ölümün toplumsal kökenlerini de toplumsal kimliklerle yakından ilişkilidir” (s.141).

Üçüncü bölüm ‘Sosyolojik bağlamıyla ölüm, beden ve toplum’ başlığını taşıyor. “Ölüm sosyolojisi, ölümün toplumsal biçimlerini çözümlerken dikkate alması gereken noktalardan birisi de ölüm sürecine girildiği andan itibaren öncesi ve sonrasıyla yapılan törenler/ayinler ve ölülerin gömülme/defnedilme biçimleridir…Törenlerin ve sembollerin oluşma süreçleri, aynı zamanda ölümün toplumsal bağlamıyla daha yoğun yaşanmasını yansıtmakta ve ‘ölmenin sosyal organizasyonu’ olarak tanımlanabilmektedir. Çünkü asıl önemli olan ‘törelerin deneyimlerde ve inançlarda oynadığı baskın rol ve gösterdiği büyük çeşitliliktir” (s.161). Bu bölüm içerisinde farklı kültürlerde ölüm süreci ve ölüm sonrasında yapılan bir takım sembolik hareketlerin anlamına ilişkin bilgilere de yer verilmektedir. Batıda ölenin tabut içerisinde en güzel giysileriyle makyajlanması sürecinde ortaya çıkan endüstriyel bakış açısına da bu bölümde değinilmektedir. Bir diğer önemli husus ise yas tutma ritüelleridir. “Yas tutmanın temel bileşenleri bir araya gelme, paylaşımlar, bütünleşme ve sosyalleşmedir. Ölenin yakınlarının acısı paylaşılır ve destek mekanizması olarak toplumsal olanın hali güncellenir. Toplumsal gerçekliğin en belirgin yönü burada ortaya çıkarken ölümün sosyolojik merkeze çekilebileceği alanların başında da gelmektedir” (s.233).

‘Ölüm endüstrisi ve ölü bedenlerin yönetimi’ dördüncü bölümün başlığıdır. Özellikle ABD’de ‘Death Industry’ olarak adlandırılan ölüme yönelik organizasyonlar dikkat çekicidir. Hatta Amerikan cenaze şirketlerinin reklamları ise ölümün ticarileştirilmesinin vardığı boyutu göstermek açısından çarpıcıdır: ‘Ölünüz, gerisiyle biz meşgul oluruz’, ‘Bu herkesin başına bir kez gelir’. Modern dönemle birlikte ölüm yeri değişmekle kalmaz aynı zamanda ölüm konusunda daha önce kontrolü kendi elinde tutan kişi, bütün kontrolü hastanelerdeki doktorlara ve tıbbi personele devretmek durumunda kalır. “Ölüm aslında modern dönemde bir hapishane gardiyanına dönüşmüştür. Panopticona dönüşmüş ölüm, artık yaşamın sonunda ortaya çıkan bir varoluş sorunu değildir. Aslında başlangıçtan beri oradadır ve devamlı gözetim ister, nöbet sırasında anlık bir rahatlamayı yasaklar, Ölümle savaşmak anlamsız olabilir, ama dönemde ölme nedenleriyle savaşmak yaşamın temel anlamı haline dönüşmüştür. Böylece modern insanın ölümü uzaklaştırma isteği, hastanelerin sunduğu hizmetlerle bütünleşmiş, şirketlerin üstlendiği cenaze hizmetleri de ölü yakınlarını kenara çektirip, acı ve kederin bireyselleştirilmesine kaynaklık etmiştir” (s.242-243). Bu bölüm içerisinde mumyalama, tahnitleme uygulamalarının yanı sıra ölümle birlikte farklı kültürlerde ortaya çıkan meslek türlerinden de bahsedilmektedir.

Hastanede ölüm imgesi beraberinde özellikle özel hastanelerin ölümü bir imaj gibi sunmasını da beraberinde getirmektedir. “Ölümün geciktirilmesini ‘başarı’ olarak değerlendiren sistem, kendi içerisinde yakınlarına süreci sıradanlaştırmaktadır. Kişinin şeyleşmesi, özel hastaneler içerisinde farklı bir bağlamda karşımıza çıkmıştır. Burada olayın temel algısal hareket mantığı ‘reklam ve hastanenin kurumsal imajı’ meselesidir. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde ölüme yakın hastaların özel hastanelere kabul edilmediği ya da hasta ölüme yaklaştığında hastanenin kurumsal imajını etkilememesi bağlamında hastaneden çıkartıldığı görülmektedir. İmaj konusunda kusursuzluğunu ilan eden hastaneler, böylece sadece ünlü isimler söz konusu olduğunda ölümü kabullenmekte, sıradan insanları kendilerinden uzaklaştırmaktadır” (s. 267).  Ünlülerin ölümlerini bizzat medya mensupları önünde hastanenin başhekimleri açıklamaktadır ancak aynı anda birden fazla ünlü aynı hastanede yatıyorsa ve aynı tarihte ölmüşlerse çoğu kez bu durum kamuoyundan gizlenmektedir.

Kitabın içerisinde ABD’deki ölüm endüstrisinin ne kadar pahalı bir biçimde işlediğine ilişkin de dikkat çekici bir alt bölüm yer almaktadır. “Amerika’da yaklaşık 22 binden fazla cenaze evi, yaklaşık 115 bin mezarlık, 1155 krematoryum ve yaklaşık 300 tabut satıcı bulunmaktadır. Sektörün 2007 yılında yaklaşık 11,95 milyar dolar bütçeye ulaştığı iddia edilmektedir. Ölmek, Amerika’da pahalı bir süreçtir söylemi akla gelmektedir…Bir cenazenin ortalama fiyatı çiçek planlaması da içerisine katılırsa 9000 dolara kadar çıkmaktadır. Her yıl yaklaşık 1,8 milyon gömülme işlemi düşünüldüğünde bu sektörün yaklaşık 1 yılda 15 milyar dolar para döngüsü olduğu görülmektedir…Yakılma işlemleri, defin işlemlerinin altıda birine denk düşmektedir yaklaşık 1.400 dolar. Amerika’da 3 cenazeden biri yakılmaktadır” (s.271-272). Elem doktorları olarak adlandırılan bu sektör tüm dünyada, yaşanan gelişmelerle birlikte şekil değiştirmekte buna karşın önemini kaybetmeksizin varlığını sürdürmektedir. Bu bölümde ayrıca Türkiye’de özellikle belediyelerin hemşerilerinin ölümü sonrasında sundukları çeşitli hizmetlere de yer verilmektedir.

Ölüm ile birey ve toplum arasındaki ilişkiyi içinden geçilen dönemle de ilintilendirebileceğimiz bir diğer unsur ise fotoğraflardır. “Fotoğrafla ölüm arasındaki ilişki ölüyü fotoğraflama ressamlarla başladı, ölüyü hatırlama, unutmama anma nesnesi haline getirme temel bileşenler arasındadır. Mezar fotoğrafları için ölünün hayattaki en anlamlı, bakımlı, mutlu görüntüsünün arandığı, seçildiği bellidir. Aslında böylece yaşayanlar, ölen kişiyi hep hatırlamak istedikleri gibi aklıda tutmak istemektedirler. Özetle dedikleri ‘bana göre sen tam da buradaki gibisin’ “(s.316).

Beşinci bölüm “Dünden bugüne ölüm ve mekanlar, ölü bedenlerin gömülme biçimleri’ başlığını taşıyor. “Kimi zaman yakılma, çoğu zaman toprağa defnetme, mumyalama veya bir kano içerisinde nehre salık verme dahil olmak üzere sıralanabilecek gömülme biçimleri, ölüm sosyolojisinin ana konularına dahil edilecek bir başlığı daha karşımıza çıkarmaktadır. Gömülme biçimleri, sosyolojik bağlamda ölümün yarattığı toplumsal bağlamın önemli bileşenlerinden birisini oluşturmaktadır. Her defin töreni, aynı zamanda arkasından bir takım toplumsal pratikler üretir ki daha önce bahsedildiği gibi ritüeller ve törenler bunların başlıcaları olmaktadır…Gömme, bir ritüel olarak düşünüldüğünde arka planında temelde ölüye karşı duyulan bir saygının ifadesini taşır. Diğer taraftan gömme, ölüden gelebilecek kötü etkilerden kurtulmanın yolunun ölüyü rahat ettirmekten geçtiğine inanışın da bir yansıması olarak da okunabilir” (s.321-322).

Ölüme ilişkin mekanları belirleyen de yine içinde yaşanılan kültürün, söz konusu alana nasıl yaklaşmakta olduğu gerçeğidir. Örneğin Meksika’da ölüler günü adı altında yapılan törenlerde ölüler yolunu bulabilsinler diye birtakım etkinlikler hayata geçirilir. “Ölüler gününde ölünün ruhunun ailelerine geri döndüğüne inanılmaktadır. Kutlamalar evde ve mezarlıklarda yapılmakta, mezarlıklar adaklar, bağışlar ve ölen kişinin sevdiği yiyecek-içecek ve özel eşyalarla hazırlanmakta ve süslenmektedir…Ölüler gününün ana teması, aslında ‘hayat, ölüm ve yeniden doğuş arasında bir geçişin olduğu inancı ve bunların hepsinin birbirini tamamladığına’ duyulan inançtır. Çünkü ölen bir insan unutulduğunda o kişi büsbütün ölür ve bu ölümün en kötüsüdür” (s.333). Ölüler için hazırlanan krematoryumlar ve mezarlıklar konusunda da yine bu bölümde ayrıntılı bir biçimde örnekler sunuluyor. “Aslında ölüm sonrasını bilmemek mezarlık kültürünün ortaya çıkmasına kaynaklık eden önemli bir kaynaktır. Bu durum, en başta mezarların şekillenmesi etkilerken, mezar kültürü etrafında çeşitli ritüellerin de oluşmasına neden olabilmektedir. Ölümden sonrasında hayatın devam ettiği inancı, mutlaka ölen kişilerin yaşamaya devam ettiği bir dünyanın olduğu inancını da beraberinde getirmiştir. Ölülerin ilk ve ebedi mekanları olarak bu bağlamda mezarlıklar göze çarpmıştır. Eski Türklerde mezar, ölünün ebedi evi olarak geçmektedir. Ölen kişinin maddi durumuna ve sosyal rolüne bağlı olarak kimilerine anıt niteliğinde mezarlar yapmışlardır” (s.352). Bu bölümde yarıca dünyadaki ünlü mezarlıklardan bazılarından örnekler ile ülkemizdeki önde gelen bazı mezarlıklardan örnekler sıralanmaktadır. “Yahya Kemal’in İstanbul’un nüfuzunu soran Avrupalıya ‘biz yerin altındakilerle beraber yaşarız’” (s.371) ifadesi aslında bu topraklarda ölüler ile kurulan bağlantının ne kadar önemli bir yerde konumlandığını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

Kitabın son sözü olarak belirtilen kısmında ise bütün bir kitabın adeta neyi yaptığını neyi de yapmadığını belirtmesi yazarın, ülkemizde yeni olan bir alana ait son derece önemli bir girişimdir. Okuyucu bu bölümde sırasıyla şu yedi sonuçla buluşmuş olmaktadır:

"1. Din, ‘ölüm sosyolojisi’ çalışmalarında gerçekliği metodolojik olarak törpüler.

2. Folklor, ölümü ‘geçiş riti’ olarak dar bir alana kapatırken, ‘ölüm sosyolojisi’ onu özgürleştirir.

3. 'Ölüm sosyolojisi’ inanç turizmi yerine ölüm turizmini öngörür.

4. Ölüm sosyolojisi, etik tartışmaları dışarıda bırakır.

5. Ölüm sosyolojisi, ölüm endüstrisi söz konusu olduğunda sınırsız bir toplumsal alanı kavrar.

6. Popülist söylemler, ölüm sosyolojisi için eleştirilebilir perspektifler sunar.

7. Türkiye’nin kentleşme hikayesi, ölüm sosyolojisinin mezarlık çözümlemesine geniş bir alan sunar” (s.382-386).

Ölüm sosyolojisi çalışmasında ölümün Türkiye’de dinsel bir alan içerisine hapsolduğunu buna karşın batıdaki örnekleri incelediğinizde ise pozitivist bakış açısının ölümü de tıpkı hayatın diğer veçheleri gibi algıladığı ve onu sınırladığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye’de mezarlıkların incelenmesi bile başlı başına içinde yaşadığımız hayatın ne kadar ilginç detayları bünyesinde barındırdığını göstermesi açısından dikkat çekici olacaktır. Ölümün varlığı, hayatı anlamlı kılmakta ve yaşamın ne kadar kayda değer olduğunu unutmamıza yol açmaktadır. Ölümün toplumsal boyutlarıyla incelenmesi gereken bir alan olduğunu ortaya koyduğu için de sevgili Adem Sağır hocamıza teşekkürlerimizi sunuyorum.

Adem Sağır- Ölüm Sosyolojisi, Phoenix Yayınları, Ankara, 2. Baskı 2017